Yaşım gereği dönem müzikleri hakkında fikir sahibi olmam biraz gecikti. Çünkü ne olursa olsun sizin var olmanızdan 30 yıl önce yazılmış şarkıları kavramanız biraz gecikiyor.
Pink Floyd ile de ilişkim pek eskiye dayanmıyor. Aslında herkesin hayatına eğitim için sert bir protesto şarkısı olan Another Brick In The Wall ile girmiştir bir kez Pink Floyd, ama ben bunu bir tanışmışlık olarak saymıyorum. Çünkü Pink Floyd bundan çok daha fazlası ve ben de bunu geçen sene anladım. Gelmiş geçmiş en iyi şarkı listelerine bakmaktan çok hoşlanırım.
Şu ana kadar yüzlerce kez böyle liste gördüm ve bunların çoğunda ilk 5’te mutlaka Bohemian Rhapsody, Imagine ve Comfortably Numb’ı görürsünüz. Ama benim için Comfortably Numb hiçbir anlam ifade etmiyordu hatta çoğu Pink Floyd şarkısı da öyle. AC/DC , Led Zeppelin, Queen, Beatles gibi müzik tarihinin kült gruplarının tarzına alışmıştım ve çok beğendiğim bir sürü şarkıları vardı ama Pink Floyd benim için hiçbir anlam ifade etmiyordu ve bu dünyada yaşayan birçok insanın kesinlikle aksi olan bir olaydı çünkü insanlar Pink Floyd’u anlamlandırabiliyorlardı, benim için ise inanılmaz uzunlukta, aşırı fazla solo içeren, çok az söz yoğunluğu olan şarkılardı ki cidden daha önce dinlemediyseniz yukarıda yazdığım çoğu grubun şarkıları için bir izlenim oluşturabilirsiniz ama Pink Floyd için bunu yapmak çok zordur. Çünkü şarkıları çok uzun gelir ve şu an yapılan endüstriyel müzik Pink Floyd’un yaptığı sanatı sıkılmadan dinlemenizi engeller ki biz de kısmen Y ve Z kuşağı olarak şu anki müzik kültürüyle aşırı haşır neşiriz. 3-4 dakikada dinle, bitsin, geç mantığına çok alışığız. Haliyle benim gibi hiç keşfetmemiş biri için Pink Floyd, açmaya korkacağınız türden uzun bir kitap gibi. Ben bunun ne kadar ahmak bir düşünce olduğunu çok uzak değil, maksimum 1 yıl önce anladım ki bu da benim müzikal anlamda ufkumu genişletti. Ama bunu anlarken gördüğüm hikayeler bağı güçlendirdi. Ben de size bugün birkaç tane hikaye anlatacağım ve umarım sonrasında Shine On You Crazy Diamond ve Wish You Were Here dinlediğinizde farklı hissedeceksiniz.
Pink Floyd’un kuruluşuna baktığımızda Roger Waters, Nick Mason ve Richard Wright’ı göreceksiniz. Bu üçlüye ek olarak 3 kişi daha Sigma 6 isimli bir grubun parçalarıydı ama onların Pink Floyd ile ileride pek bir bağlantısı olmayacak. Sonrasında zaten o 3 kişinin ayrılması ve Roger, Nick, Richard’a gruba aynı zamanda Pink Floyd ismini verecek gitarist Syd Barrett’ın katılmasıyla Pink Floyd kurulmuş oldu. Buradaki 4 isim de çok şahsına münhasır insanlar. Ve bu dörtlü 60’larda o zamana göre çok deneysel müzikler yapmışlar ve bayağı da başarılı olmuşlar. Ama Syd Barrett burada parantezi açmamız gereken adam.
Sadece müzikte değil resimde ve felsefede de çok başarılıymış ve Pink Floyd’un ilk kuruluş döneminin aslında başrollerinden biri olduğu aşikar. Çocukluğundan gelen melankolik havayla beraber hem içine kapanık hem de gruba deneysel olarak yön veren adam. Grubun çıkış albümü ” The Piper At The Gates of Dawn ” ile beraber Pink Floyd muazzam bir ivme yakalar ve kendisine has bir kitle oluşturur. Syd Barrett bu dönemdeki çoğu rock grubu üyesinin sonu olan LSD batağına düşer. Syd Barrett’in LSD’ye olan bağımlılığı artmaktadır ve giderek grubun kalanından uzaklaşmaktadır. LSD’nin etkisiyle giderek hissizleşmektedir ve yaşadığı duygusal bunalımın altından kalkamamaya başlar.
Syd konserlerde şarkıları unutmaya ve gruba zarar vermeye başlar. Syd ile çalışmak giderek imkansızlaşıyordu ancak Barrett’in çoğu şarkıda söz yükünü çektiği de açıktı. Barrett’i uyuşturucudan kurtarmak için diğer üyeler inanılmaz çaba sarf etmiş, özellikle Roger Waters için Syd inanılmaz önemli bir adam ve en sevdiğiniz arkadaşlarınızdan birinin gözünüzün önünde giderek akılını yitirmesi doğal olarak çok dramatik oluyor. Syd artık sanki sadece bir noktaya odaklanıp boş boş bakan, ve sürekli sanki farklı bir ruhsal alemde dolaşan bir adam gibiydi. O dönemde gruba Syd’in de eski okul arkadaşı olan David Gilmour’un katılması teklif edilir.
Gruba Gilmour’un katılmasıyla Barrett gruptan iyice izole hale geldi. Gitardan zaten tamamen kopmuştu ve artık söze de yardım etmiyordu. Sonrasında giderek turnelere Barrett katılmamaya başladı ve en sonunda gruptan Barrett’in ayrılması gerektiğine karar verdiler, ilginçtir o zaman Pink Floyd’un ortakları da grubun müzikal kalitesinin Syd üzerinden yürüdüğünü düşünerek Pink Floyd’ı bırakıp Syd ile çalışmaya devam ettiler. Grubun üyeleri Syd ayrılmasına rağmen hala Syd’e solo işlerinde yardım etmişler, 1970’te The Madcap Laughs yani ilk solo albümünde arka planında bulunmuşlar. Ama Syd için işler hala iyi gitmiyordu, çünkü LSD onu giderek daha da kötü hale getiriyordu. Ve 73-74 civarı tamamen ortadan kaybolduğu söylenir.
Bu dönemde Pink Floyd ise son derece ivmeli bir şekilde devam ediyordu. Barrett’in ayrılmasından sonra Roger Waters söz yükünü çekiyor ve inanılmaz şeyler yazıyordu. 73’te müzik tarihinin bence en ikonik albümlerinden biri olan Dark Side of The Moon çıktı, sözlerin hepsi Waters tarafından yazılmıştı ve sanki hepsi bir puzzle parçası gibiydi, albümü dinlediğiniz zaman bunu fark edeceğinize eminim. 73’te Pink Floyd bir duraksama dönemine girdi ve 75’e kadar stüdyoya girmedi. Roger Waters sonrasındaki röportajlarda bu dönem için, ” Dark Side of The Moon ile ergenliğimizden beri ulaşmak istediğimiz mertebeye ulaştık, bu bizim için yolun sonu gibiydi ve Rock’n Roll adına yapacağımız bir şey kalmadığını düşünüyorduk” diyecekti. 75’teki stüdyo dönüşü ise müzik tarihi için 2 tane altın ve en ilginç hikayelerden birini sağlayacaktı. Gilmour gruba o dönemde artık alışmıştı ve zaten inanılmaz bir gitaristti. O dönem Gilmour’un çaldığı bir gitar solosu ise Waters’a eski yol arkadaşını hatırlatacaktı ve ortaya iki efsane Shine On You Crazy Diamond ve Wish You Were Here çıkacaktı. Bir gün albüm kayıtları sırasında ise stüdyoya şişman, yüzü bembeyaz, kel bir adam geldi ve o adamın görüntüsü grubun tüm üyelerini ağlatacaktı. Waters o günü şöyle anlatıyor,:” Sözler yazılmıştı ve Syd ile ilgiliydi, sözleri neden Syd hakkında yazdım bilmiyorum. Sanırım Dave’in solosu ve o hüzünlü ses beni oraya götürdü. Ama Syd’in grubun sembolü olması bu kayıtlardan çok önceydi, çünkü her şeyi başlatan oydu ve onsuz hiçbir şey olmazdı ama onla da devam edemezdi. . Rock’n Roll tarihinde Syd önemli olabilir ya da olmayabilir ama Pink Floyd için insanların düşündüklerinden çok daha önemli. Ama o ‘Wish You Were Here’ kayıtlarında geldiğinde karşımda iri, şişman, kel, delirmiş bir insan buldum ve gözyaşlarımı tutamadım.”
Kült şarkıları
Rick Wright ise o günden şöyle bahsediyor:
”‘Shine On’un sözleri Syd için yazılmıştı. Stüdyoya geldim. Roger masasında çalışıyordu, sonra onun yanında oturan şişman, kel bir adam gördüm. Bunu garipsemedim çünkü insanların bizi merak edip gelmesi normaldi. Sonra Roger ‘Bu adam kim bilmiyorsun değil mi?’ dedi. Bu Syd’di! Büyük bir şoktu, çünkü onu 6 yıldır hiç görmemiştim. Ayağa kalktı, dişlerini fırçaladı, yeniden oturdu ve ‘Pekala gitarı ne zaman çalacağım?’ dedi. Tabii yanında gitarını getirmemişti. Biz ise, üzgünüz Syd gitarların işi bitti dedik.”
Kayıtlardan hemen sonra David Gilmour evlendi ve Syd o törene katıldı, ancak o törenden erken ayrıldı ve o gün muhtemelen grubun Syd ile son görüşmesi oldu. Syd parası bittikten sonra annesinin yanına taşındı ve kendini resime verdi, geçimini sağlaması için David Gilmour ona devamlı yardım etmiş ancak yüz yüze bir daha görüşmemişler ve 2006’da Syd herkesten izole bir şekilde kanserden ölerek hayatını kaybetti. Pink Floyd ise 80’lerde çıkan problemler sonrası hayatına yarım yamalak devam etti ama efsanesi asla sönmedi ve inanılmaz şeyler yapmaya devam ettiler.
Gilmour inanılmaz bir gitaristti ve asla Syd’in bıraktığı boşluğa zarar vermedi. Syd ise çok farklı bir adamdı ve yaşadığı problemler onun bilincini normal yaşamdan erken ayırdı. Wish You Were Here ve Shine On You Crazy Diamond’da da grup üyelerinin Syd’e ne kadar özlem duyduğunu ve ne kadar sevdiğini görüyoruz zaten. Özellikle Roger Waters’ın yazdığı dizeler aklıma gelince hayatındaki sevdiğin insanlardan birini kaybetmenin getirdiği hüzünü hissediyorum. Syd inanılmaz bir müzisyenden ziyade aynı zamanda inanılmaz bir sanatçıydı ama bazen hayatında yaptığın hamleler olayların seyrini değiştiriyor. Syd olsaydı, Gilmour olmasaydı veya tam tersini düşünmek saçmalık. İkisi de müzik tarihi için inanılmaz önemli işler yaptılar ve görevlerini bitirdiler. Pink Floyd burada daha fazla anlatamayacağım kadar büyük bir efsane. En sevdiklerim kesinlikle Comfortably Numb ve Wish You Were Here çünkü ikisinin de farklı farklı hatırlattıkları var. Hey You,High Hopes,Echoes,Time, SOYCD,Money… Saymakla bitmez. Daha önce hiç şans vermediyseniz, sözlere odaklanarak tekrar dinlemenizi tavsiye ediyorum özellikle de Wish You Were Here, Time ve Hey You’yu. “hatırlar mısın, gençliğinde güneş gibi parıldardın şimdi semada kara delikler gibi bakışların… keşke burada olsaydın…”
(Ege Demirci-Sabancı Üniversitesi)
Yararlandığım kaynaklar:
– http://www.ingsoc.com/waters/albums/wywh/articles/wywh_roger.html
– https://www.theguardian.com/music/2016/jan/06/nick-kent-pink-floyd-syd-b…
– Pink Floyd, Nedime Harmandağlı & Serdar Öktem
Yazının orijinali için tıklayın
Benzer yazılar:
https://medyagunlugu.com/haber/queen-hakkinda-az-bilinenler-52489