3 Haziran 1963 günü sabahın erken saatlerinde durdu kalbi.
Günlerden pazartesiydi.
Postacının günlük gazeteleri bıraktığını işitmiş, her zamanki gibi, dünyada olup biteni öğrenme telaşıyla posta kutusuna yönelmişti.
O gün ve sonrasında bir daha haberleri okuyamadı.
Oysa öylesine ciddiye almıştı ki yaşamı, tıpkı şiirinde dediği gibi, yüzünü bile görmediği insanlar için, hem de kimse onu buna zorlamamışken, hem de en güzel en gerçek şeyin yaşamak olduğunu bilerek almıştı her soluğunu…
62 yıllık ömrüne çok şey sığdırdı.
Onu okuyan, eserleriyle tanışan herkese umudun sesi, her koşulda direnmemin gücü oldu.
Sevdaların anlamını arttırdı, hasretlere ses verdi. Ve en önemlisi hiçbir koşulda, hiçbir şeye teslim olmamayı öğretti bizlere.
Moskova’da öldü büyük usta!
Yetişkin ömrünün 18 yılını geçirdiği Moskova’da. İlk kez 1921 yılında, daha 19 yaşındayken gitmişti Sovyetler Birliği’ne. Büyük emelleri vardı, Lenin’i görecek, devrimcilik üzerine sorular soracaktı. Ekim Devrimi’nin ardından kurulmuş Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nin 475 numaralı öğrencisi oldu. Moskova’da gördüğü tiyatro yaşamı onu derinden etkiledi. Yaşamı boyunca tiyatro idolüm dediği ‘Meyerhold’un oyunlarıyla da bu dönemde tanıştı. Sonraki yıllarda “tiyatro cenneti” olarak defalarca anımsayacağı bu ortamda, ileride yazacağı oyunların temel taşları atılmış oldu. Tiyatro sanatıyla kendini besleyen öğrenci Nâzım, şiirlerini yazmaya da devam ediyordu. Ve Sovyet halkının önüne ilk kez 15 Ocak 1923’te çıktı. Sahneye “yabancı devrimci şair olarak çağrılmış ve “Bana bak! Hey Avanak!” diye başlayan o zamanlar “Yeni Sanat” adını verdiği sonradan “Orkestra” dediği şiirini okumuştu. Türkçe bilmeyen dinleyiciler “şiirin ritm ve ses uyumundan devrimci coşkuyu yakalayabilmişlerdi.”
1924’te İstanbul’a döndü Nâzım, ertesi yıl 1925’te tekrar Moskova’ya gitti ve 1928’e kadar orada yaşadı. Öğrencilik yaptığı KUTV’da artık yazar çevirmen olarak çalışmaktaydı. Dönemin önemli sanatçılarıyla birlikte kurduğu “METLA” tiyatrosunda oyunlar sahneledi. Daha 24-25 yaşlarında gencecik bir delikanlıydı ve kendine tamamen yabancı olan bir kültürde olması umurunda bile değildi. Söyleyecek sözü, peşinden koşması gereken idealleri vardı: “İnsanlara sülük gibi yapışıp kalan eski tabuları sahne sanatı aracılığıyla yıkmak amacıyla” kurulan bir artele katılmış, tüm üretkenliği ile çalışıyor, yönetmenlik yapıyor, oyunlar sahneliyordu. Arkadaşları ona “Nun-Ha” adını takmışlardı. Anılarına “her zaman gülümseyen, neşeli, hoş sohbet bir genç” diye kaydettiler Nâzım Hikmet’i. Akıllarında “hızlı ve ateşli konuşan, gözleri ışıldayan ve hemen her cümlesinin sonunda ‘anlıyor musun?’ diye sormasıyla yer etmiş bir Türk genciydi. Meyerhold tiyatrosu yönetmenlerinden Nikolay Ekk ile birlikte çalışıyorlardı. Nâzım Hikmet’in 1928 yılında Türkiye’ye dönmesinden sonra kaleme aldığı anılarında şöyle yazmıştı Ekk: “Bir keresinde Nâzım’ın Tverskaya’daki odasına gittik. Hastaydı. Belki grip, belki de anjin. Bizim iklimimize alışması zor olmuştu. Kutu gibi küçücük bir odada, demir bir karyolada yatıyordu. Daha sonraları Nâzım’ın Türkiye’de hapiste olduğunu gazetelerde okuduğumda, her seferinde bu manzara canlandı gözümün önünde. Demir bir yatak ve onun bildik mavi gözleri, koyu kızıl saçları. Bir de kalem tutan, bloknotun üstündeki eli.”
1951’de Türkiye’den kaçmak zorunda kalıp SSCB’ye gittiğinde artık bir dünya şairi, büyük bir ustaydı. Hapishanede açlık grevi yaptığı tüm dünyada duyulmuş, hemen her ülkede olduğu gibi SSCB’de de “Nâzım’a destek” kampanyaları başlatılmıştı. Moskova’da büyük bir coşkuyla karşılandı. O gün havaalanında olanlar arasında bulunan Konstantin Simonov, daha sonra o günkü izlenimlerini şöyle dile getirdi. “Nâzım’ı taşıyan uçak piste inip bize doğru yaklaşırken hepimiz susmuş, birazdan kimi karşılayacağımızı düşünüyorduk. On beş yıl süren hapis yaşantısı, arkasından birkaç ay ev hapsi ve son bir umutla denizleri aşarak gerçekleşmiş bir kaçış süreci söz konusuydu. Birazdan açılacak kapıdan çıkacak olan dünkü mahpus nasıl birisiydi acaba? Merdivenlerde karşımızda gördüğümüz uzun boylu, yakışıklı, kızıl saçlı birisiydi. Kararlı ve yumuşak adımlarla indi basamakları. Başı hafif arkaya doğru, mavi gözleri ise merak doluydu. Onun buraya ne dinlenmeye ne başarılarının sefasını sürmeye ne de yaralarını iyileştirmeye gelmediğini anlamak için beş dakika yeterli oldu. Nâzım buraya yaşamak, çalışmak, tartışmak ve mücadele etmek için gelmişti.”
Gerçekten de öyle oldu. Bir yandan şiirler yazıyor, bir yandan tiyatro eserleri üretiyordu. Hemen her platformda görüşlerini dile getiriyor, her türlü haksızlığa karşı çıkıyor, dünya meseleleri üzerine kafa yoruyordu. İstediği şey çok basit ve bir o kadar da zordu. Yeryüzünde bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçe yaşamanın güzelliğini anlatmaktı bütün çabası. Dünya barışı en büyük dileğiydi. Moskova’ya geldikten kısa bir süre sonra, Prag’da Dünya Barış örgütü başkanı Frderic Jolio-Curi’nin elinden Dünya Barış Ödülü’nü aldı. Berlin ve Varşova’da uluslararası gençlik festivallerinin konuğu oldu. Çin Halk Cumhuriyeti’nin 3. yıl kutlamalarına katıldı. Dünya Barış Örgütü’nün toplantılarına katıldı. Küba’dan Tanganika’ya kadar pek çok yere gitti. Budapeşte, Prag, Varşova, Bükreş ve Sofya’da oyunlarının ilk gösterimlerini izledi. Bulgaristan’da Karadeniz’in kokusunu soluklayıp memleket hasretini dindirmeye çalıştı. Dünyanın neresindeki işçileri görürse görsün Türkiye’deki işçi sınıfını hatırlayıp onlara şiirler yazdı.
Moskova’daki evi her zaman dostlarıyla sanatçılarla doldu taştı. O günleri yaşayanların anlatılarına göre “dostlarının evlerine gittiğinde kendi evindeymiş gibi rahat davranıyor, misafirlerinin de kendi evine geldiklerinde aynı şekilde hareket etmelerini bekliyordu.
Ekmeğin kokusunu sever, etin kokusuna bayılır, şarabı koklarken kendinden geçerdi. En çok da ulusçuluğun kokusundan nefret ederdi. Birisinin konuşmasında bu kokunun ufak bir belirtisini sezerse burun kanatları vahşice titremeye başlar, yüzündeki gülümsemeyi bozmadan o kişiyle tartışmaya hazırlanırdı. Nâzım’ın yanında Türkler için kötü söz söylenemeyeceği gibi, Ermeniler, Fransızlar, Ruslar, Yahudiler, başka halklar için de söylenemezdi. O bir Türk’tü, kendi halkını coşkuyla severdi; ancak onun yanında başka bir ulusu hor görmeye kalkışırsanız buna izin vermezdi. Hangi dilde konuşursa konuşsun bütün çocukları, yeryüzünün tüm kentlerini, insanın kendi emeği ile sürüp ektiği toprağı severdi.
Çeşitli dillerde söylenen şiirlerini dinlemeye bayılırdı. Yabancı dildeki şiirini yanağına elini dayayıp gözleri yarı kapalı dinlerken onu anlamaya çalıştığını, anlayamadığı bu seslerin anlamının kendi dediklerine uygun olmasını ne kadar çok istediğini görürdünüz.
Nâzım ateşli bir tartışmacıydı. Aynı görüşü paylaşmadığı insan kim olursa olsun onunla tartışmaya girerdi. Bu kişinin belki de tartışmaya değmeyecek birisi olduğunu aklına getirip asla tepeden bakmaz, sıradan bir kişinin kendisi gibi birisiyle tartışamayacağını düşünmezdi. Herkesi kendisine denk sayar, kimseye üstünlük sağlamazdı. Herkesi sevmeye hazırdı.
Onu asık suratlı göremezdiniz hiçbir zaman. Herkesin sıkıcı bulduğu bir insana bile ilgi duyardı: “Dikkat ettiniz mi, şu adamın konuştukları ne kadar sıkıcı!” der, adamcağızın nasıl olup da bu kadar sıkıcı olabildiğine kafa yorardı.”
Nâzım sokakta ilk gördüğü insandan, Parti’nin üst düzey sorumlusuna kadar herkese “kardeşim” diye hitap ediyor, yüreğinin içinden kopup gelen insan ve yaşam sevgisiyle etrafındakileri kendisine hayran bırakıyordu.
3 Haziran 1963’ye yorgun ve hasta kalbi daha fazla dayanamadı.
O her zaman heyecanla beklediği “ajans haberlerini” okuyamadı o sabah.
Cüzdanından çıkan notta:
“Gelsene dedi bana
Kalsana dedi bana
Gülsene dedi bana
Geldim
Kaldım
Güldüm
Öldüm.”
Yazıyordu….
Hülya Arslan
Not: Bu yazı Medya Günlüğü’nde daha önce yayınlanmıştır.