Nisan 2018’de liseden üç arkadaşımla Gürcistan’da beş günlük bir gezi yapmıştım. Bu hafta bu ilginç seyahatin izlenimlerini anlatacağım.
Aslında Gürcistan’a iş için daha önce, 2005 ve 2006’da birkaç kez gitmiştim. Anadolu Cam’a rahmetli hocam Prof. İbrahim Kavrakoğlu önderliğinde eğitim hizmeti veriyorduk. Onların da Gürcistan’da bir ambalaj fabrikası vardı. Üç kez gittiğim Mina Ksani’deki tesisin genel müdürü Olgun Taşdemir ile Tiflis ve civarında ilginç yerleri görme olanağı bulmuş, ayrıca konakladığım Tiflis’te de akşamları yaptığım uzun yürüyüşlerde kent hakkında epey bilgi sahibi olmuştum. Olgun Bey şu anda Anadolu Cam’ın Eskişehir tesisinde finans tepe yöneticisi (CFO) olarak başarılı kariyerini devam ettiriyor. Seyahatlerin birine SSCB ve Rusya konusunda derin bilgisi olan Aydın Sezer, son gidişimde de İbrahim Bey katılmıştı.
Ancak, aradan on iki yıl geçtikten sonra ciddi bir gelişim göstermiş olan Gürcistan’ı tekrar görmek, hatta bir uçtan bir uca kat etmek, Gürcistan hakkında daha geniş bir deneyim kazanmama büyük katkı yaptı.
Bu seferki Gürcistan seyahati ben ve arkadaşlarım Haluk ve Ahmet için gezme, Ufuk için ise yarı iş, yarı gezme oldu. Fındık konusunda oldukça deneyimli olan Ufuk’un çalıştığı uluslararası firmanın o dönemlerde Zugdidi isimli kentte fabrikası vardı ve Ufuk ayda bir kez fabrikayı ziyaret ediyor, ayrıca Tiflis’e geçip kamuyla olan ilişkileri takip ediyordu.
Seyahatimiz bir çarşamba sabahı THY’nin İstanbul-Trabzon uçuşuyla başladı. Ufuk’un şoförü Sedat bizi havalimanında karşıladı. Kendisiyle bir yıl önce yine aynı ekiple yaptığımız Doğu Karadeniz gezisi nedeniyle tanışıyorduk. Ufuk’un yöneticisi olduğu şirketin Doğu Karadeniz’de de tesisleri olduğundan lojistik altyapımız oldukça iyi idi. Bir tuvalet molası dışında hiç durmadan Sarp sınır kapısına ulaştık.
Doğa harikaydı; uzaklardan karlar içerisinde Kaçkar Dağları gözüküyordu. Tek bir bulut bile yoktu ve hava bu mevsim için oldukça sıcaktı. Doğu Karadeniz kentleri ise tam bir felaketti. Çarpık çurpuk yapılaşmalar kentleri çirkinleştirmiş, devletçe getirilen altyapılar ise kentleri hem denizden, hem de sırtlarını dayadıkları dağlardan koparmıştı. Her biri ayrı bir zevksizlik örneğiydi. O güzelim yeşil doğa içinde bir kanser hissi uyandırıyorlardı.
Saat 15.15 civarı pasaporttan geçerek Türkiye’den çıktık. Aslında kimlikle de geçmek olası. Sınır kapısı, İran’a geçilen Doğubeyazıt -Gürbulak sınırını andırıyordu. Duty Free’den hediye vermek için iki şişe rakı aldık. Daha sonra Gürcü pasaport kontrolü ve gümrüğü… Gümrükte valizler çantalar röntgenden geçirildi ve iki şişe rakı bilgisayara kaydedildi.
Gürcistan tarafında Ufuk’un sürekli çalıştığı bir başka şoför bizi bir minibüsle karşıladı. Pazara kadar onunla olacaktık. Batum 15 dakika uzaklıktaydı. Bir Pontus kalesi ve havalimanının yanından geçip, Çoruh nehrinin denize döküldüğü noktayı bir köprüyle aşıp, kente girdik. Bizi sahilde modern binalar, arkasında oldukça iyi korunmuş ve elden geçirilmekte olan eski Batum karşıladı. Burası Acaristan Özerk Cumhuriyeti’nin başkenti.
Otelimiz Divan. Nitekim etrafta epey Türk yatırımı göze çarpıyordu. Deniz Seki posterleri ve bilboard’ları da cabası. Sheraton’da sahneye çıkıyormuş. Neredeyse her otelin bir de kumarhanesi varmış. Tabii Türk mafyası da yerini almış. Batum sanki KKTC’nin Karadeniz versiyonu…
Otelde eşyalarımızı bırakıp, ara sokaklardan geçerek sahile çıktık. Gürcistan Türkiye’den bir saat dilimi ilerde olduğundan çabucak 18.00 oluvermişti. Önümüzde uzanan upuzun bir sahil vardı ama beyaz çakıldan oluşuyordu. Kumsal yoktu.
İki kilometre kadar yürüyüp rezervasyonumuz olan bir Gürcü lokantasına girdik.
Buranın özgün yemeği, pizza ile Karadeniz pide karışımı olarak tanımlayabileceğim haçapuri. Hamuru peynirle yoğurup açtıktan sonra, üstünü pizzadaki gibi çeşitlendirmeleri ilginç yanı. İki çeşit haçapuri yedik. Biri Karadeniz pide gibi, diğeri Margarita pizzaya benziyordu. Peynirleri farklı imiş. İkisinin de tadı nefisti. Yanında Sapavari kırmızı şarabı içtik. Sapavari buraya özgü bir üzüm. Üstüne ben kişnişli bir et güveç yedim. Arkadaşlar kişniş nedeniyle biraz çekingenlik gösterdiler. Üçü de biftek ısmarladı. Kişniş tadına bir türlü alışamamış olan Ufuk’un bu ülkede işi zor. Burada, kahvaltıda, salatada, haçapuride ve ana yemeklerde hep kişniş kullanılıyor.
Ertesi gün Karadeniz sahili boyunca kuzeye doğru yol aldık. Önce dik bir yamacı virajlı bir yolla aştık. Sonra, Rize’ye benzer mikro kliması olan bir bölgede Poti’ye doğru gittik. Çay, narenciye, hatta muz ağaçları vardı. Bir duvar gibi yükselen Kafkas Dağları buraları Sibirya’dan gelen soğuklardan koruyor olmalı diye düşündüm.
Bir saat sonra Acaristan Özerk Cumhuriyeti’nden çıktık. Poti liman kentinden geçip sahilden ayrıldık. Yollar bayağı kötüydü. Sahilden biraz içeri girdik. Abhazya’ya 7 kilometre mesafede Zugdidi’de durduk. Burada tek sanayi tesisi Ufukların fındık tesisi.
Fabrikada, toplantıları için Ufuk’u bıraktık ve şoförle birlikte biz üç kişi Zugdidi’den ayrıldık. Kuzeydoğuya Rus sınırına doğru yola koyulduk. Gideceğimiz yer, benim önerimle programa konmuş olan Svaneti bölgesindeki Mestia Kasabası. Svaneti, Rusya Federasyonu’na bağlı Karaçay-Çerkez Cumhuriyeti ve Kabartay-Balkar ile Gürcistan‘ın buluştuğu bir bölge. Mestia ise Kafkas Dağları’nda 2000 metre yükseklikte, 8000 nüfuslu bir yer. Adını 12-13 yıl önce eğitim için Gürcistan’a gidip geldiğim zamanlar duymuştum. Özelliği, İtalya’da San Gimignano’daki gibi, ailelerin kan davaları ve benzeri husumet durumlarında korunmak için evlerinin yanına inşa ettikleri kale-kuleler. Benzer köyler sınırın Rus tarafında Çeçenisten ve İnguşetya’da da varmış.
Yolda Enguri Barajı’nda durduk. 271,5 metre yüksekliğinde dünyanın en yüksek beton kemer barajlarından biri. Enerji santralının bir kısmı Abhazya’da kalmış.
Zugdidi, Megrilia bölgesinde ve buranın etnik halkı farklı bir dil konuşuyor. Gideceğimiz Mestiya ise Svaneti bölgesinde. Burada da başka bir etnik gurup ve onların dili hakim. Batısı Abhazya, doğusu ise Güney Osetya. Boşuna Kafkaslara Romalılar ‘Kırk tercüman ile gidilen ülke’ dememişler.
Enguri nehrinin dik yamaçlı vadisi boyunca virajlar, tünellerle dolu bir yoldan yarım saatlik baraj ziyareti dahil Mestiya’ya varmamız tam dört saat sürdü. Yolda ve kasabada bazı fotoğraflar çekip, haçapurimizi yedik ve dönüş yoluna koyulduk. İsviçre’deki Matterhorn‘a benzeyen bir zirve özellikle ilgimi çekti.
Dönüş yolu bayır aşağı olduğundan ve baraja uğramadığımızdan 3 saat 10 dakika sürdü. Biraz Türkçe de bilen şoförümüz Elizbar bizi Ufuk’u bıraktığımız Zugdidi’deki fabrikaya ulaştırdı. Karlı dağlar, buzullar, şelaleler, yemyeşil yamaçlar, pek çok sığırın bulunduğu otlaklar ve vahşi Enguri nehri ve vadisi bu zorlu yolculuğu değer hale getirdi ama bir gece Mestiya’da kalmayı ileride yolu düşen olursa öneririm. Güzel pansiyonlar, butik oteller var. Zira Zugdidi’den yol 138 kilometre ama çok yorucu.
Akşam, bir Alman ve Gürcü eşinin restoranında sosis, salata ve Sapavari üzümlerinden yapılmış Kindlmazuri şarabından oluşan yemeğimizi yiyip, yürüyerek otelimize döndük.
Ertesi sabah Tiflis’e gitmek üzere yola çıktık. Mümbit ovalar ve yaygın sığır yetiştiriciliği olan bölgelerden geçtik. Nüfus bu ülkede az. Mevsimin de etkisiyle etraf yemyeşil, dağlarda ise bembeyaz kar örtüsü görülüyordu. Isı da 22 derece civarındaydı. Şoför yolun bu bölümünde biraz canavarlaştı. Yoğun bir trafiğin olduğu, standardı düşük, gidiş geliş olan bir yolda, hem bizim şoför hem karşıdan gelen araçlar riskli sollamalar yapıyorlardı. Derken bir virajda biz hatalı bir sollama yaparken bir polis arabasıyla burun buruna geldik. Şoföre 40 lari (20 dolar) trafik cezası kesildi. İkinci ceza 100 lari olacağından şoförümüz hemen sakinleşti.
Biraz sonra bölgenin büyük kentlerinden Kutaysi’den geçtik ve Gori Köyü’ne ulaştık. Gori Stalin’in doğduğu yer. Köyde doğduğu ev ve bir müze var. (Aşağıdaki fotoğraf) Stalin döneminin gizli polis şefi Beria’nın doğduğu yer de yakınlardaymış.
Müzede özellikle fotoğraflar dikkat çekiyordu. Mesela Taksim’deki anıtta Atatürk’ün sağında görülen Kızıl Ordu’nun kurucusu Frunze; Stalin’in gençlik fotoğrafları (yakışıklı biriymiş); Amerika’nın savaşta kullandığı askere çağıran meşhur posterinin bir SSCB versiyonu. Bir kadın halka ‘Anavatan sizi göreve çağırıyor’ diye sesleniyor. Müzede olmayan bir şey de dikkatimizi çekti. Troçki ortada yoktu!
Gori’den ayrılıp akşamüstü Tiflis’e ulaştık. Tiflis Gürcüce ‘sıcak su’ demekmiş. Kent 400’’lü yıllarda Gürcistan’ın kurucusu olduğu söylenen bir kral tarafından, termal kaynakların olduğu bir kanyonun sırtında, dik bir kayanın üstüne kurulmuş. Surlarla çevrili bu kent daha sonra, bugün hamamların olduğu, kanyonun içerisinde akan derenin Kura’ya döküldüğü yere doğru yayılmış. Otelimiz de hamamlara 200 metre uzaklıkta Kura’nın kıyısında.
Tiflis’e en son 12 yıl kadar önce gelmiştim. Milli gelir iki katına çıkınca refah da özellikle başkentte artmış. Pek çok yeni bina yapılmış. Bunların bazıları çok modern. Cumhurbaşkanlığı sarayı, konser salonu, önündeki yaya köprüsü son derece modern çizgilere sahip.
Bir sırta Gürcistan’ın ‘annesinin’ heykeli de dikilmiş. Sol eliyle dostluk için gelenlere şarap sunuyor. Sağ elinde ise bir kılıç var. Gelen düşmanlar için… Tarihte ise böyle bir şahsiyet yokmuş aslında.
Akşamüstü buranın ana caddesi olan Rustavelli Caddesi’nde opera binasına kadar yürüyüp, oradan sahile inip, otele geri döndük.
Gürcistan’ın bir özelliğini burada söylemeden geçemeyeceğim. Tiflis dahil her kentte halkın devletle ilgili işlerini gördüğü binalar yapmışlar. Halk artık bina bina dolaşmıyor. Daha önemlisi, Gürcistan, tapu kayıtları, nüfus kütükleri, kişilerin sağlık bilgileri vs. hepsini blokchain’e geçirmiş. Bu konuda dünyada öncüymüş.
Akşam yemeği için 19.30’da otelden ayrıldık. Yemek yiyeceğimiz yer, eski Tiflis’in sol yamacında, aşağıdaki termal hamama bakan son derece lüks, Marani isimli bir lokantaydı. Gürcüce şarap mahzeni/evi demekmiş. Restoranın sahibi George Gürcistan’ın doğu bölgelerinden gelen köklü bir ailenin çocuğu imiş. Carrefour’un vs. bu ülkede ortağıymış.
Eski şehirde yamaçtaki bir arsasına otel yapmak için Kempinski ile yeni anlaşmış. George 600,000’e yaklaşan zeytin ağaçlarıyla zeytinyağı işine girmiş. Aile 150 yılı aşkın bir zamandır şarap üretiyormuş. Gürcistan’ın en iyi şarapları bu ailenin bağlarında yetişen üzümlerden üretilirmiş. Adı Chateau Svanidze, yahut Marani Svanidze. George Ufuk’un iş nedeniyle tanıştığı biri. Yemek yenecek restoran ona ait ve davetlisiymişiz. Müthiş bir manzaraya sahipti.
George 45 yaşlarında güler yüzlü ve epey çenebaz. Bir ara Şota ve Archil’in çocukluk arkadaşı olduğunu ve menajerliklerini yaptığını anlattı. Kendini anlatmaktan da hoşlanan biri.
Yemekte kendi ürettikleri, ödül kazanmış kırmızı şaraplar su gibi aktı desem yanlış olmaz. Sıcak ve soğuk sebzeler, salatalar, balık ve et çeşitleri başlangıç olarak servis edildi. Ilık bir akşamda terasta oturuyorduk. Garsonlar patronun etrafında koşuşturuyordu. Daha sonra sıcak et çeşitleriyle devam eden yemek geç vakit Kamçatka yengeci sunumuyla devam etti. Kamçatka yengeci, Alaska yengecinin aynısı ve tabii çok kıymetli. Yemek çay ile sona erdi.
George daha sonra bizi eski Tiflis’in kanyon içerisinde kalan bölümüne götürdü. 12 yıl önce geldiğimde kapalı olan bu bölüm şimdi açılmış. Kanyonun içinden akan akarsuyu izleyen ışıklandırılmış bir yaya yolu vardı. Kanyon çok dar olduğundan ve yer yer sadece akarsuyun geçişine izin verdiğinden, üzerine yapılan köprülerle sürekli derenin bir sağ bir sol sahiline geçiyorsunuz. Yol 200 metre kadar sonra bir çavlanın önünde bitiyordu. Tiflis’in orta noktasında bir çavlan…
George’a veda ederek otelimize döndük. Gezinin bundan sonraki bölümünde George’un misafiri olacaktık.
Devam edecek…