1970’de 15 yaşımdayken yaptığım ilk Almanya seyahatimle ilgili anılarıma devam edelim…
Plön’deki kampın başında, evi de orada olan ve eşiyle birlikte yaşayan Herr Oesterlen isimli bir papaz vardı. Beyaz yakalı, siyah bir papaz kıyafetiyle dolaşırdı. Geçen hafta bahsettiğim, rahibelerin başındaki Tante Renate’nin de yöneticisiydi. Bir kez evine beni davet etmişti. Gittiğimde biraz sohbet etmiştik. Çocukluğundan beri her savaşta Almanya’nın biraz daha küçülmesinden dert yanmıştı. Salondaki şöminenin üzerinde Prinz Eugen savaş gemisinin dev bir maketi duruyordu.
Prinz Eugen İkinci Dünya Savaşı sırasında Alman destroyer Bismark’ı korumak için yapılmış bir ağır kruvazör. Savaş sonrası ganimet olarak Amerikan donanması tarafından el konulmuş. Herr Oesterlen’in Prinz Eugen’le ilişkisi sadece milliyetçilikten miydi, yoksa kişisel bir bağı mı vardı, bilmiyorum.
Herr Oesterlen’le aramız hep iyi oldu. Galiba kendisini rahatsız ettiğim bir olay da oldu ama sezdirmedi. O da benden bir yaş büyük bir rahibe adayıyla, Tante Jutta ile konuşma ötesine geçmeyen flörtümüzdü. Bu yazımı hazırlarken merak edip internette araştırdım. Jutta şimdi Kiel’de yaşıyor ve sosyal pedagog olmuş.
Anılarıma dönersek, Ralf ve Detlev ile haftada bir Plön’e iner, biraz dolaşır alışveriş ederdik. Ben genelde cam şişelerde litrelik elma suları alır, 3 kilometre yol boyunca kampa taşır ve odamda tüketirdim. Yerel olarak üretilen elma suları gerçekten nefisti. Boşalan şişeler de ertesi hafta marketten depozitosunu almak için geri taşınırdı tabii.
Bazen de, kampın iskelesinden Ralf ile Küçük Plön gölünde ufak bir kayıkla balığa çıkardık. Bir keresinde birkaç saat bekleyip beş altı santim büyüklüğünde iki balık yakalamış ve göle atmıştık. Bir yıl sonra Ralf İstanbul’a geldiğinde, Küçükyalı açıklarında üç saatliğine balığa çıkmıştık. Annemin ve babamın üniversiteden sınıf arkadaşı Dündar Bey’le birlikte üçümüz 20 kg izmarit tutunca Ralf şaşkına dönmüştü.
Babası da zamanında polis komiseri olan Ralf, şimdi kurduğu bir şirket vasıtasıyla uluslararası düzeyde paralı asker sağlamak, özel güvenlik desteği vermek gibi bana çok uzak işlerde faaliyet gösteriyor. İnternette gördüğüm fotoğraflarında üzerinde hep bir kamuflaj kıyafeti ve koruyucu yelek, elinde uzun namlulu yarı otomatik bir silah var. Bu işe girişmeden önce de Alman özel kuvvetlerinde görev yapmış. O artık uzak durmam gereken bir kişi. Ancak, günün birinde Dubai’den Youtube üzerinden yayın yaptığını duyarsam da izlerim tabii.
Yeniden anılarıma dönersek; Tante Renate kampta hem çocuklara hem rahibe kızlara kök söktürüyordu. Bana bir daha bulaşmadı. Ama ben ve Ralf kampın bitiminden birkaç gün önce kendisine sıkı bir ceza verdik. Plön’e gittiğimizde eczaneden müshil aldık. Şurup şeklinde olan bu ilacın tüm şişesini Tante Renate’nin çorbasına boca ettik.
Kalınan binada birkaç tuvalet vardı. Tante Renate’nin bağırsaklarının çalışmaya ve tuvalete gitme isteği başladığını gözlemlediğimizde, ayarladığımız nispeten yaşı büyük çocuklarla tuvaletleri bloke ettik. Bir kısmı içeri girip tuvalette otururken bir kısmı da kapılarda kuyruk beklemeye başladı. Tante Renate ise bir tuvaletten öbür tuvaletin kapısına, odalar ve katlar arasında dolanıyordu. Kuyrukları görünce, çocuklarda da toplu bir zehirlenme olduğundan da endişelenmişti. Bu arada karın ağrısından kıvranıyor, tuvaletini altına kaçırmaktan korkuyordu.
Sonunda, iki yüz metre ötedeki Herr Oesterlen’in evine kendini güç bela attı. İşin ilginç yanı, biz iki gün sonra ayrıldığımızda o 10- 12 yaşlarındaki çocuklardan hiçbiri kurduğumuz tuzağı açık etmemişti. Olay muamma olma özelliğini koruyordu. Neden Tante Renate ishal olmuştu, neden sadece nispeten büyük çocuklarda ishal vardı ama küçüklerde yoktu? Niye diğer rahibe kızlarda bir sorun yoktu?
Benim ilk yurt dışına çıkışımda kampta yalnız kalmam pek kolay olmadı. Beş günde vardığım Plön’de sanki dünyanın öbür ucundaydım. Hemen eve mektup yazıp sağ salim vardığımı haber vermiş, posta adresimi iletmiştim. O yıllar postalar çok iyi çalışırdı. Mektup üç günde eve ulaşmış, annem ve babam hemen yanıtlamışlardı. Sonuçta İstanbul’dan ayrıldıktan on bir gün sonra evden ilk mektubu aldım. Düzenli mektuplaşmalara zamanla babamın yolladığı Cumhuriyet ve Milliyet gazeteleri de dahil oldu. O zamanlar Türkiye’den başka bir yolla haber almak da zaten olası değildi. Çok acil durumlarda belki telgraf çekmek veya bir gün bağlanmasını bekledikten sonra, çok pahalı bir şekilde telefonla cızırtılı bir şekilde Türkiye ile konuşmak da olasıydı. Böyle bir durum ortaya çıksaydı, herhalde ya telgraf çekecek, ya da İstanbul’da bir tanıdığı arayacaktım, zira 1970’de daha evimizde telefon yoktu. Neyse ki hiç gerekmedi. Daha seyrek olarak amcamla da yazışıyordum. Bir aksilik halinde yaşadığı Danimarka’nın Odense kentinden 4-5 saat içinde bana yardıma gelebilecek tek kişi oydu.
Plön’de günler monoton değildi. Sıkı disipline rağmen iyi vakit geçirmemiz için pek çok imkân sağlanıyordu. Bir keresinde 12-20 yaş gurubuna yönelik pek çok romanı olan Alman yazar Karl May’ın bir eserini tiyatroda izlemek için trenle yakınlardaki Bad Segeberg’e gittik. Winnitou isimli piyesin, daha önce de üç kalın ciltten oluşan romanını okumuştum. Açık bir mekânda sunulan piyesi de zevkle izledim.
Kampın geniş arazisinin bir bölümüne bir gün Hamburg’tan kızlı erkekli bir izci gurubu geldi. Çadırlarıyla gelen bu gurup Küçük Plön Gölü’ne yakın düz çimen bir alana kamp kurdu. Elektrik kabloları uzatılarak, bizim bulunduğumuz yerden 250-300 metre uzaklıktaki bu çadırlara elektrik verildi. 15-16 yaşlarında olan bu guruptakiler ben ve Ralf için daha akrandılar. Başlarında da daha ileri yaşta bir oymakbaşı vardı.
Zamanla bu grupla futbol oynamaya başladık. Altışar kişilik iki takım halinde maç yapmaya başladık. Biz sadece üç kişi olduğumuzdan, onlardan üç kişi de bizim takımda oynuyordu. O yıllarda da Alman futbolu bugünkü gibi çok başarılıydı. Son Dünya Kupası’nda uzatmada atılan tartışmalı bir golün de olduğu final maçında İngiltere’ye Wembley’de 4-2 yenilmişlerdi.
Ben, dünya futbolunda esamesi bile okunmayan Türkiye’den gelen ve maçlarda oynayan tek yabancıydım. O zamanlar Almanya’da zaten benim yaşlarda fazla yabancı yoktu. İtalya, İspanya, Portekiz, Yunanistan ve Türkiye’den gelen işçiler vardı. Henüz Alman toplumunun bir parçası olamamışlardı. İkinci, üçüncü dördüncü nesiller ortada yoktu. O nedenle, tüm kampta ve izciler arasında tek siyah saçlı bendim. İstanbul’dayken, Levent’te mahallede ve ortaokul sınıf takımlarında, ortanın biraz üstünde diyebileceğim düzeyde futbol oynardım ama Almanlarla maç denince epey heyecanlanmıştım.
İlk maç 5-0 bizim galibiyetimizle bitti. Beş golü de ben attım. Maçtan sonra oymakbaşı, akşam da Herr Oesterlen beni tebrik ettiler. Bu vesileyle Alman futbolunun başarısının kişilerin doğal yeteneklerinden çok, verilen temel futbol eğitiminden kaynaklandığını fark ettim. Normal bir Alman gencinin futbol yeteneği pek ahım şahım değildi.
Kampçıların kaldığı üç hafta boyunca iki maç daha yaptık ve her iki maçı da 3-0 biz kazandık. Bu iki maçta da toplamda beş gol daha attım. Bir gol de bir takım arkadaşımızdan geldi. Hiç gol yemedik. Futbol yıldızı olmak ne demek Plön’de gördüm. Kamptaki miniklerin idolü olmuştum. İzciler arasında da hayranlarım vardı.
Bir gece fırtına çıktı. Şiddetli rüzgar ve yağış esnasında, çadırlara uzatılan kablolardan biri uzatma prizlerinin takıldığı yerden çıkmış ve izcilerin kampı karanlıkta kalmış. Sabah iki kablonun çıktığı yer bulunmuş, yeniden birleştirilmiş ve çadırlara elektrik verilmiş.
Fakat konu bununla bitmedi. İzcilerden birkaçı gece kabloları benim ayırdığımı gördüklerini iddia ettiler ve beni suçladılar. Oymakbaşı ve Herr Oesterlen buna inanmadılar ama benim çok canım sıkıldı. Artık bir futbol yıldızını çekememezlik mi, yoksa hafiften yabancı düşmanlığı mıydı, bilmiyorum.
Bir akşamüstü başlayıp, 24 saat sonra biten bir çeşit askeri oyun da hatıralarımda yer etmiş. Oyun yine iki takım halinde oynanıyordu. Biz üç kişi, onlar tüm oymak olarak. Herkes kendi bölgesinde bir direğe flama asıyordu. Saat 18.00’de başlayan oyunun amacı karşı tarafın flamasını ele geçirmek ve kendi tarafına getirmekti. Flamayı kaptıran taraf 24 saatin bitimine kadar önce kendi flamasını geri almak, sonra da karşı tarafın flamasını ele geçirmek için uğraşacaktı.
Flamalar her iki tarafta da saat 14.00’de asıldı. Flamamızın asılı olduğu bayrak direğini de iyice yağlayıp kayganlaştırdık ve ipini de, aşağı indirilemesin diye kestik. Erken yenen akşam yemeğini takip eden Tante Renate’nin dua ritüeli de bittikten sonra 18.05 gibi bayrak direğimizin yanına gittik. Bir de ne görelim, bizim flama saat tam 18.00’de yapılan bir baskınla alınıp götürülmüş ve biz dua edilirken hiçbir şey duymamışız. Anlaşılan izciler bu oyunda deneyimliydiler. Din, ahlak konusunda da zayıftılar. İçeriden dua sesleri gelirken flama kaçırılır mıydı yani?
Kalkıp yakındaki buğday ambarına gidip üst katına çıktık ve plan yapmaya başladık. İlk plana göre ben ambarın önündeki buğday tarlasından gece sürünerek çadırların doğusundan geçip arkalarına dolanacak ve bizi kuzeyden bekleyen izcileri gafil avlayarak flamamızı geri alacaktım. Sonra koşarak iskeleye ulaşacak ve Ralf’in hazır ettiği tekneyle göl üzerinden kaçacaktım. Saat 21.00 olduğunda hava kararmıştı. Siyah saçlı olduğumdan gece operasyonu için ben uygun bulunmuştum. Dolunay altında buğday başakları arasında sürünmeye başladım. 200 metre kadar sürünmem gerekiyordu. Sürünme süresini hesaplamıştık. Tam ben çadırlara güneydoğudan yaklaşmakta olduğum sıralar, Ralf ve Detlev de batıda biraz gürültü yapıp dikkatleri o yana çekecekti.
Bir 100 metre kadar ilerledikten sonra devam etmek için başakları iki yana ayırırken birden, sonradan yaban domuzu olduğunu fark ettiğim bir hayvanla, burun buruna geldim. Hem domuz hem de ben panikledik. Ben geriye ambara doğru var gücümle koşmaya başladım. Domuz da geldiği yöne doğru var hızıyla koşarak kayboldu. Çadırlara çok yakın olduğumuzdan izciler beni fark ettiler ve plan suya düştü. Herhalde bir yaban domuzuyla bu şekilde burun buruna gelen ve başına bir kaza gelmeyen pek az kimse vardır.
İkinci planımız, kayıkla sahilden yaklaşıp kampın güneyinden içeri girip flamayı kapıp kuzeye bizim tarafa koşmaktı. Yine en hızlı koşan ben olduğumdan görev bendeydi ama yaptığımız keşifte bunun da olası olmadığını gördük. Bizim flama bir direğin ucundaydı ve direğin etrafını saracak şekilde bir çadır kurulmuş, içerisinde de iki kişi nöbet tutuyordu. Sonuçta oyunu kaybettik. Bu oyunu şimdi oynasak, özel kuvvetler deneyimiyle Ralf bu oyunu tek başına kazanırdı. Tecrübesiz zamanına geldik işte!
Kampın son haftası babam ve annem Avrupa’da bir seyahate çıkmışlardı. Uçakla yaptıkları bu seyahat babamın 44 yaşında ilk yurt dışı seyahatiydi aynı zamanda. Önceden uzun uzun hazırlanmış, uçak biletlerini ve otelleri ayarlamış, bütün kış da gideceği yerler hakkında okumuştu. Berlin’de başlayan seyahatlerinin ikinci durağı Hamburg’du. Oradan da trenle Plön’e beni almaya geldiler. Altı hafta sonra ilk defa Türkçe konuşmak garibime gitmişti. Hatta, kaburgalarım top çarptığından biraz ağrıyor diyeceğime, kelimeyi bulamayıp, pirzolalarım ağrıyor deyince babam çok gülmüştü. O sıralar rüyalarım bile Almancaydı.
Altıncı sınıftaki Almanca hocam Herr Pröhl ‘Rüyalarınızı Almanca görmeye başladığınızda dili öğrenmiş olacaksınız’ derdi. Galiba ben de Almancayı öğrenmiştim. Ayrıca Berlin ve Kuzey Almanya (Schlieswig-Holstein) aksanıyla da konuşabiliyordum.
Fotoğraf: Hamburg 1970’ler.
İlk bölüm:
https://medyagunlugu.com/1970te-avrupaya-bir-yolculuk/