Home Köşe Yazıları Ne öğrendim?

Ne öğrendim?

0

Dr. Nevin Sütlaş

“Bugün ne öğrendim” diye sorarım uykuya geçerken kendime. Cevabımı tekrarlar öyle uyurum ki uykuda pekişsin ve kalıcı bilgiye dönüşşün öğrendiğim.

Malum; beyin sadece tekrar edileni öğrenebilen bir makinedir. Uykuya geçerken öğrendiğini de en iyi öğrenir.

Bugün yeni yılın ilk günü yani dün eskisinin son günüydü. Takvim muhabbetine girecek değilim ama bu yıllık geçişte, bizim muhabbetimiz şahaneydi Ayşe’nin harika manzaralı evinde. Limonata tadındaki hava ve de onun balkonunun sunduğu sınırsız ufuk sayesinde. Bir yandan Atlas okyanusu diğer yandan Fort Laudardale’den Boca’ya kadar uzanan geniş yelpazedeki şehir panaroması üzerindeki havai fişek yağmurlarını izleyerek girdik yeni seneye. Girmesi çıkması ne demek diye kafa yormadan, keyifle…

Kapıdan girer girmez elimize birer kadeh Prosecco tutuşturdu Ayşe. Ne zaman Şehnaz’a uğrasam o da bir Prosecco içelim dermeye başladı son günlerde. O nedenle ilgimi çekti, nedir bu içkinin özelliği diye. İçkiden pek anlamam ama şarap severim, hele iyi bir kırmızıya hayır demem zor. Bu içki ise beyazımsı cinsten. İçimi de kolay ama nedir bilmiyordum ve nihayetinde dün gece Ayşe’ye sordum. İtalyan şampanyasıymış meğerse. Aklıma Atatürk’ün düşmesi o nedenle. Bir de elbette yüzüncü seneye girmemiz nedeniyle.

Türkiye’de ilk içki fabrikalarının kurulması Osmanlı döneminde. İçki üretiminin devletin tekeline alınıp “TEK EL” adıyla kurumsallaşması ise Cumhuriyet’in kurulmasından bir süre sonra ve Atatürk emriyle. Osmanlı’nın son döneminin yıkıcı koşullarında Anadolu topraklarında sigara ve içki üretme hakları, yabancı firmaların elinde. Bu haksız yere hak devri, yerli üreticiyi o kadar yıkıma uğratmış, o kadar kızdırmış, tepkiler öyle büyümüş ki, kanlı bıçaklı çatışmalar yaşanmaya başlamış yerli üreticilerle yabancılar firmalar arasında.

Sigara ham maddesi tütün de içki ham maddesi üzüm de Ege’de yetişiyor, çatışmalar da oralarda hızını kesmeden sürüyor. Bu derdi çözmek için yabancı firmalar bastırıyor ve Osmanlı bir kanun çıkararak onlara kendi askeri gücünü kurma hakkı tanıyor. Yabancı firmalar bu sayede daha da dişli hale geliyor ve de galip oluyor yerli üretici karşısında. Ege topraklarında yetişen ham maddeler neredeyse beleşe uluslararası güçlerin oluyor. Bu Osmanlı iltimas yasasının upuzun da bir adı var; bilmem neyin hakkının bilmem nasıl korunmasını ifade eden. İşte o yasa adının içinden cımbızlanarak çıkarılan tekel kelimesi yeni kurulan Cumhuriyet’in içki ve tütün üretme haklarının devlet tekeline geçmesini sağlıyor.

Küllerinden doğarak pardon doğurtularak kurulan yeni devletin tekelciliği de bilindiği gibi sosyalist bir modeldir. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yılları Rus komünizmi ile çağdaştır ve zamanın Rus yönetimine hem maddi hem de manevi anlamda çok şey borçludur.

Cumhuriyetin ilk yılları eğitimden sanayiye kadar pek çok sosyalist model uygulaması ile doludur ki Köy Enstitüleri de bunun örneğidir. Sümerbank, Etibank, Ziraat Bankası falan da kapitalist birer banka olmanın çok ötesinde madeninden tarımına tekelci devlet üreticileridir. Biz Tekel’e geri dönelim.

Tekel sigara ve içki üretimini yabancıların imtiyazı olmaktan çıkaran bir yasa ile kurulmuştur. Bu yasa yerel üreticilere de üretim hakkı vermemiş, sadece devletin üretebileceğini kanunlaştırmıştır. Bu amaçla o zamanlar İstanbul’un kenarındaki bir köy olan Mecidiyeköy/Gayrettepe’de Egenin üzümlerinden likör üretmek üzere modern bir Tekel fabrikası da kurulmuştur. Tıpkı başka birçok içki ve sigara fabrikası kurulduğu gibi. (Niye Muğla da Manisa da falan değil de İstanbul’da orasını bilmiyorum.)

Fikir ve kararda elbette kurmaylarının da katkısı vardır ama o fabrika Atatürk’ün gözbebeklerinden biridir. Bu göz bebeği olma meselesini o fabrika kurulduğunda dört beş yaşlarında olan ve fabrikanın kurucu müdürünün oğlu olan bir barmenin anılarından öğrenmiştim

İstanbul’un Harbiye semtinde Hilton Oteli kurulduğunda Türkiye’nin ilk barmeni olarak orada hizmet vermeye başlayan ve genç Türkiye Cumhuriyeti’nin eğlence hayatıyla tanışmasının bizzat tanığı olan bu özel adamın adını unutmaktan utanç duyuyorum. O kitap da göçerken İstanbul’da terk ettiklerimden biri olduğundan dönüp bakamıyor ve otelin az sayıda basıp hediye olarak dağıttığı bir kitap olduğu için de piyasada satıldığını da sanmıyor(d)um. Bu amaçla internet taraması yapınca “Eski İstanbul Otelleri/İstanbul Hilton 50 yaşında” diye bir kitaptan birkaç adedinin “Kitap Yurdu” sitesinde satılıp bittiğini gördüm. Bu kitabın yazarı Vefa Zat. Emin olamadım ama muhtemelen o kitap bu kitap o zat da bu Vefa Zat olmalı.

Hilton Oteli Türkiye’de kurulan ilk özel oteldir ama onun da asıl sahibi yabancılar değil devlet memurlarının sosyal güvence kurumu olan Emekli Sandığıdır. En azından büyük ortak sandıktır. Hilton’un konumuza bulaşması bu otelin ellinci sene özel anması için kendi tarihini araştırırken, o günlerin canlı tanığı olan ilk barmenini bulup anılarını kitaplaştırmasındandır. Tekel fabrikasının müdürünün oğlu hem Hilton otelinin kuruluş ve ilk günlerini, hem İstanbul sosyetesinin o günlerdeki gece hayatını, hem de Tekel Likör Fabrikasında bizzat kendi gördükleri ve babasının anlattıklarını anlatmış. Yılbaşı ikramı Prosecco sayesinde anımsadığım Atatürk hikâyesi işte bu kitaptan.

1930 senesinde 48 dönümlük kocaman bir arazinin göbeğinde modern koşullarda üretim yapmak üzere bu likör fabrikası kuruluyor. Binanın mimarı Robert Mallet Stevens. Bu Fransız, dönemin çok ünlü bir mimarı ve yazarı. Özgeçmişinde yaptığı bu fabrika da bir mihenk taşı olarak yer alıyor. Zaten fabrikayı bizzat kuran da işletenler de üretimin başındakiler de Fransız. Fransa o dönemde her konuda başa güreşenlerden ve içki üretiminde de üstlerine yok. Fabrika Anadolu üzümlerini Fransızların teknikleri ile farklı pek çok farklı içkiye dönüştürürken her Fransız teknisyenin yanına bir yerel işçi de yardımcı olarak verilmiş. Yardımcılar bir yandan Fransızların ayak işlerini yaparken, bir yandan da işin ayrıntılı gözlemini yaparak uygulanan teknikleri kapmakla görevli. Bu emir de bizzat Atatürk’ten. Fabrika bahçesinde aromatik bitkiler yetiştirmek de yabancı kültürün rafine damak tadını yerli tüketiciye öğretmek de fabrika müdürünün görevlerinden. Likör fabrikasının içinde ve bahçesinde halka ücretsiz tanıtım turları yapılması da bu kapsamda.
Likörü biz bayramda seyranda minik kadehlerde çikolata eşliğinde ikram edilen, üretildiği meyvenin adını ve tadını taşıyan tatlı ve renkli bir içecek olarak biliriz. Oysa likör, damıtılarak imal edilen genellikle renksiz, alkol oranı yüksek, meyve aroması ise çok hafif olan birçok içkinin genel adıdır. Tekel kurumunun en önemli likörü de rakıdır. Rakı başlı başına bir konu diye geçelim. Tekel Likör Fabrikasının en ünlü ürünü olan Fransız içkisi konyakta duralım.

Çok başarılı olan bu fabrika daha ilk on yılını bile tamamlamamışken 1939 senesinde bir kriz patlıyor. Nedeni Fransızların dünya içki üretimine adlarını damgalamak istemeleri. Geliştirdikleri bütün içkiler için isim ve üretim hakkı yasası çıkarıyorlar. Diyorlar ki Bordeaux bölgesinden yetişen renkli üzümlerimizden yaptığımız şarabın adı Bordeaux’dur (bordo) ve başkası bu adla kırmızı şarap üretemez (Bordo rengi de o şaraptan gelir). Champagne vadisinde yetişen beyaz üzümlerimizden yaptığımız köpüklü şarabın adı Champagne (şampanya) dır ve başkası bu adla köpüklü şarap üretemez (Şampanya rengi de o şaraptan gelir). Cognak kasabasında ürettiğimiz likörün adı Cognak’tır (konyak) ve başkası aynı adla içki üretemez. Eee, bizim fabrikada da bir yığın Fransız usulü içki üretiliyor ki konyak buna dahil, üretimin başında da Fransız teknisyenler var. Kimden gizleyeceksin ürettiğini. Fabrikayı mı kapatacaksın yoksa isim tescil hakkı adı altında yüklüce tazminatı mı ödeyeceksin?

Krizi Atatürk çözüyor. Gönderin bütün Fransızları ülkelerine diyor. Nasılsa artık bu teknisyenlerin yardımcıları işi öğrenmiş durumda. Konyak üretimi de duruyor. Ancak Kanyak üretmeye başlıyor fabrika. İçince insanın kanını yakıyor ya ondan diye ismini de bizzat Atatürk koyuyor.

Prosecco hikâyesi de bizim kanyağın hikayesine benziyor olabilir. Gerçi İtalyanlar Kuzey İtalya’nın Prosecco adındaki küçük bir köyünde ürettikleri köpüklü şaraba önce şampanya demek istemişler midir bilmem ve sanmam ama isteseler de bu Fransız yasası yüzünden diyemezlerdi. İspanyollar da Ebro nehri yakınındaki küçük bir köy olan Cava Penedes’de ürettikleri kendi köpüklü şaraplarına Cava demişler ve saire. Bu arada ben beyaz şarabı sevdiğim halde şampanyayı pek sevememişimdir. Bu içkinin köpüklü şarap olması, ikinci kez fermente edilen beyaz şarabın içine sıkışan karbonatın kapak açılır açılmaz kendini dışarı atmasından kaynaklanır. İçerde tıkışarak kalma fikri hapishaneyi çağrıştırarak alttan alta beni rahatsız ediyor olabilir ya da havalı ve kabarcıklı şeyleri sevmiyor olmam nedendir. Nedenini bilmem ama şampanyadan pek hoşlanmam. Ancak Proseccodan hoşlandım. Ayşe adını söyleyince çok eskiden İspanya’da Cava içtiğimi ve onu da beğendiğimi hatırladım. Demek ki tadını değil adını beğenmiyormuşum şampanyanın. Üretim ve isim hakkına saygım sonsuz ama tekelleşmeyle başım hoş değil, belki de ondandır. Aslında şampanya da prosekko da kava da diğer köpüklüler de bambaşka tatta, o da başka.

İstanbullu olmayanlar için ekleyeyim. Tekel’in bu eşsiz tarihi binası ve de bahçesi bugün yok. Nedeni de sanılacağı üzere Tekel kurumunun özelleştirilmesi değil. Yıkım çok daha önceden 1960 ihtilali ile başlıyor. Asker devlet, bahçenin bir bölümüne el koyup futbol stadyumu kurduruyor (Ali Sami Yen Stadı). Arazinin dokunulmazlığına bu saldırının arkası da geliyor, şehir geliştikçe kenarından köşesinden koca bahçe tırtıklanıyor. 2000’li yıllarda ise fabrika arazisi ile birlikte önce TOKİ’e sonra yapsatçılara devrediliyor ve sanat tarihi açısından değeri tartışılmaz olan bina da yıktırılıyor. Sonrası malumunuz.

Yeni yıl akşamınız şampanyalı ya da Prosekkolu olsa da olmasa da yeni yılınız az içkili olsun dostlar. Bilirsiniz ki alkol iyi bir gevşeticidir, rahatlatıcıdır, dert unutturucudur ama günlük içecek haline dönüştüğünde beynin bir numaralı katiline dönüşür. Eğer yeni yılda sağlık dilediyseniz, kendinize bir de görev verdiniz demektir. Beyninize hâlâ ihtiyacınız olduğunuz düşünüyorsanız eliniz kadehe enderi nadirattan uzansın. Her gün iki parmak laflarının ise bezirgan pazarından çıkma çakma hikayeler olduğunu aklınıza kazıyın. Her gün bir kadeh ile ne kalp korunur ne de damarlar. Koruyucu antioksidanlar üzümün bizzat kendisindedir alkolünde değil.

Sağlık ve esenlik dolu bir yıl yaşamak bizzat bizim elimizde gizli. Geçmişin hikâyesini unutmadan geleceği şekillendirmek hiç kimsenin değil gerçekten bizzat bizim elimize bakıyor. O yüzden beynimi geliştirmek için “yeni bir şey öğrenmeden yatağa girmem” kuralına “alkollü iken yatağa girmem” kuralını da ekledim bu sene ben. Çünkü alkollü uykudan hayır gelmez. Alkol alınca kolay uykuya geçildiği doğrudur ama alkol uykunun sonraki dönemlerini katleder. Sonra da bizzat uykusuzluk yaratır. Beyni bizzat katletmesi de ayrı meseledir. Zaten çok içmem ama yaş alıyorum, o yüzden içeceksem de erken saatte içeyim ve de ayda yılda bir kere içeyim, diye karar aldım bu sene ben. Nihayetinde tek sermayem beynim, onu da içki mezesi yapmaya niyetli değilim.

Sağlıkla ve keyifle geçecek bir yeni sene için, bol hareketli, bol gezmeli, bol öğrenmeli günler ve deliksiz uykularla geçecek geceler dilerim.

Medya Günlüğü

Medya eleştirisine odaklanan, özel habere ve söyleşilere önem veren, dilediği konuda özgürce yazmak isteyenlere kapısı açık, kâr amacı taşımayan bir site.

Exit mobile version