Home Köşe Yazıları Duygunun kırılma noktaları

Duygunun kırılma noktaları

0

Erdal Çolak

İnsan farkında olmadan tüm benliği ile ismini koyamasa da, adına sevgi mi yoksa fark edilmek mi dese bilemediği şekilde birileri tarafından hep anlaşılmak istiyor.

İnsan bir şeylerin farkına ancak yaşadıkça varabiliyor. Kendisini bilmeyen, tanımayan insan bir gün kendisine işi düşmedikçe kendisini bile tanımıyor. Benliğine dönüp “sen de kimsin” diyesi var. Yabancı bir ülkeye iltica etmiş gibi duygular. İnsan kendisini kara kalemle çizilmiş bir gökkuşağına benzetiyor .Ya da şöyle söyleyeyim, kişi aslında her şeyi sonradan öğreniyor. Bunun yolu önce kendini kaybetmekten geçiyor. Sonrada sırasıyla derin üzüntüler ya da mutluluklar, kendinden vazgeçişler, hayal kırıklıkları yardımcı olabiliyor.

Bu bilince ulaşmak için galiba belirli bir zamana ihtiyacı var. Herkes herkesin gerçek yüzünü sonradan tanır, öğrenir. İnsan yaşadığı her şeyi, başından geçen olayları bir harddiskin içinde saklar. Yaşadığı acı, tatlı olaylar kişiyi sessizlik, yalnızlık ve karanlık içinde kuşatıyor, garip duyguların içinde kaybolmuş gibi hissettiriyor. Bir bakıyorsun yaşadıkların, insanların sana yaşattıkları kendini anlamana, bulmana, keşfetmene yardımcı oluyor. Yaşadıklarından sonra “zaten artık hiçbir dert beni öldürmüyor” diyerek mevzuya son noktayı koyan bir cümle. İnanın insana büyüdüğünü hissettiren sözler bunlar. Yaşadıkları insanın içindeki küçük çocuğu üzüyor. Bazen hayat insanı acımadan büyümeye zorluyor. Onu ayakta tutan da bu.

İnsanları tanıdıkça en dibe kadar inmen, daha çok üzülmen, yerli yersiz bir coşkuyla sevinmen, sınırlarını görmen, gerekirse genişletmen, zifiri karanlıkta bile belki bir ışık görebilmen. İşte bunun adına tecrübe deniyor; yani hayatı, insanları daha iyi tanımaya başlıyorsun. İnsanların üzüntülerinin, sevinçlerinin yüz çizgilerini görebiliyorsun. Konuştuğum insanlar ara sıra dönüp  “kimin için, ne için yaşayabilirim”, “Neyi arayacağım”, “Ne için savaşacağım” diye soruyor ve ekliyor: “Hayatın çiçekleri döküldü, elimde sade dikenleri kaldı.” Boşa yaşanmış anlamsız bir yaşamın çabasını veriyoruz. Sonunda da hayatı ölümle süsleyeceğiz.

Sebepli sebepsiz mutsuzsan yaşadıklarına duygusal tepki koyman, utanmadan ağlama özgürlüğüne sahip olman lazım. Dahası, içip içip duygusal boşlukta sarhoş olman, insanların iki yüzlülüğüne kahkaha atman lazım. Herkese, her şeye inat şarkı söyle ya da dinle. Dostlarına sarıl, sevgi kıvılcımı atan, sana koyun postu içinde yaklaşan ama yırtıcı, iç hesapları olanlardan uzak dur.

Ruhunun içinde egon ile savaşmaya başlamanın zamanı. Sen de herkes gibi, her şey gibi sonsuzluğu içinde yok olup gideceğini bil. Yaptıklarının bir gün insanlara boş geleceğini unutma. Bu, suya yazı yazmak gibi boş bir çaba. Vladimir Mayakovski bir şiirinde çok güzel ifade ediyor: ”Hayatın en hüzünlü anı, mevsimine kapıldığın kişinin bahçesinde açabilecek bir çiçek olmadığını anladığın andır. Bırak, gitsin… Bırak, git…” 

Al Pacino’nun da dediği gibi, ”Hayatım boyunca birçok dönüm noktasında kararlar vermek zorunda kaldım. Doğru yolun hangisi olduğunu her zaman bildim. Fakat hep diğer yolu seçtim. neden biliyor musunuz? Çünkü doğru yol çok zordu…”

Al Pacino’yu  çok iyi anlıyorum; tüm hayatın boyunca kendinle bir savaşın içindesin, kendinle hep savaşacaksın. Aklına gelebilecek her şey ile önce varoluşunla, ailenle, içinde yaşadığın toplumla, doğayla, inançlarla, ideolojilerle, âşık olduğunda, sevmediğinde düşmanlarınla, rakiplerinle, herkesle ve her şeyle bir savaşın içindesin. Bu savaş yetersizlik, değersizlik duyguları, insanın sosyal ilişkilerde uğradığı haksızlık, hakaret, beklentilerine cevap alamayışından. Bir de buna reddedilmişlik duygusu eklenince hayal kırıklığına sebep oluyor. Bu duygular, insanın yaşamındaki olumsuzlukları tetikleyen zihinsel, psikolojik ve sosyolojik sebepler.

Bu savaşı verirken hayatın yaşamaya değer kısımlarında, kırılma noktaları genellikle çok dramatik durumlara dayanır. Mükemmel bir farkındalık noktasında hayat bunu yaşatmak için bir şekilde senaryolar ile sizi sınamış oluyor. İnsanın söyledikleri, sustukları, tercihleri, kararları, harekete geçtiği, geçmediği, mutlu ya da mutsuz eden kısaca her an kırılmış bir ruhun birleşemez yanı.

Oturuyorsun denize doğru bir bankta, o his yoğunluğu içinde hayatın boş, gereksiz, anlamsız, beyhude, insanların sahte olduğunu anlıyorsun, sonra bir bakıyorsun hayatın son demine gelmişsin. Artık ne yazsan geçmiyor, hem ruhun hem de kalbin kırık… İnsan insana kırılır mı? Neden kırılmasın? Sevdiklerine, sevmediklerine, dahası nefret ettiklerine kırılır… Bilin istedim…

Medya Günlüğü

Medya eleştirisine odaklanan, özel habere ve söyleşilere önem veren, dilediği konuda özgürce yazmak isteyenlere kapısı açık, kâr amacı taşımayan bir site.

Exit mobile version