Home Serbest Kürsü 1900’lerin başında İstanbul

1900’lerin başında İstanbul

0

Metin Gülbay

Hıristo Brızitsov 1901’de İstanbul Ortaköy’de dünyaya gelir. Gazeteci olan babası Dimitır Brızitsov tahminen 1890’da Ekzarh (*) Yosif 1 tarafından Bulgarlar için bir gazete çıkarılmak üzere İstanbul’a çağrılmıştır. Yani aile Hıristo doğduğunda 11 yıldır İstanbul’dadır.

Hıristo 12 yaşına kadar yani 1913 yılına kadar doğduğu kentte kalır, sonra ailesiyle Bulgaristan’a döner. İşte bu on iki yılı anlatır Hıristo yapıtında. (Manşetteki küçük fotoğraf.) Kitap Yayınevi tarafından Türkçeye kazandırılan bu yapıt imparatorluğun can çekişirken bile ne kadar renkli ve kozmopolit bir yaşamı olduğuna tanıklık eder. Aynı zamanda Osmanlı’nın kötü günleridir o günler. Hıristo 1919’da Amerika’ya gidebilmek için Karaköy’e yani İstanbul’a yeniden gelir ancak ambarına saklandığı gemi henüz Marsilya’dayken yakalanır ve Paris, Cenevre ve Viyana üzerinden memleketine dönmek zorunda kalır. Böylece Amerika rüyası sona erer.

Hıristo 1939 yılında ise artık deneyimli bir gazeteci olarak Bulgar Başbakanı Georgi Kyoseivanov’un heyetinde Mir gazetesinin yayın yönetmeni titriyle trenle İstanbul üzerinden Ankara’ya gelir.

Hıristo’nun yaşam öyküsünü burada bitirelim isterseniz çünkü anlattığı İstanbul, gerçekten dinledikçe insana inanılmaz geliyor.

“Doğduğum ev (Ortaköy’deki ev, M. G.) adeta Boğaz’ın üzerine eğiliyordu, öyle ki pencereden ipe bağlı bir kova sarkıttığımızda deniz suyu alabilirdik.”

“Bir zamanlar Ortaköy” diyesi geliyor insanın. “Lebiderya” diye bir deyim var emlakçılar eskiden çok kullanırdı. Deniz ve dudak sözcüklerinden oluşmuş bu deyim tam çevirisi yapılırsa denizin dudağı anlamına geliyor. Tabii denize bitişik, tam denizin kenarında anlamında, denizle öpüşüyor sanki anlamında kullanılıyor genellikle. Yalıların denizin üstünde olduğu dönemleri anlatıyor Hıristo.

Bulgar Eksarhlığında bir yangın çıktığını yazar Hıristo anılarında. Çıkan yangınla ilgili olarak de Rumları suçlar. Rumlar zaten Bulgarları Ortodoks mezhebi üzerinden bir nevi tahakkümleri altına almaya çalışmıştır yüz yıllardır.

“Kem diller tabii ki yangını çıkaranı fısıldıyordu: Ezeli bir düşman. Karşınızda oyunu kuralına göre oynamayan bir rakip varsa, işiniz gayet zor olur. Pişmanlık duyması ve susması gerekirken, düşman matbuat Bulgar Ekzarhlığındaki yangını farklı bir boyuta taşıdı. Neymiş? Bulgarlar, birtakım yazışmaları imha etmek için yangını kendileri çıkarmışlarmış; bu yazışmalar ekzarhlığa, Osmanlı İmparatorluğu’nun temellerini sarsmaya yönelik bir suçlama yöneltilmesinin delili olabilirmiş. Bu suçlamalar çeşitli gazetelerde kelimesi kelimesine aynı içerikte, sanki Fener Partikliği’nden çıkartılan bir sirküler gibi yayınlanıyordu. İmlâ işaretlerine varıncaya kadar örtüşen bu benzerlik, suçlamanın saçmalığını çok iyi gösteriyordu. Ekzarhlığın gündeminde ise şehrin kenarına taşınmak vardı. (1907’de Ekzarhlık Şişli’ye taşındı.)”

Hıristo’nun İstanbul’daki gayrimüslimlerin yaşamına ilişkin aktardıklarından farklı şeyler öğreniyoruz.

“Bulgar erkekler Rum kadınlarla, Rum erkekler Bulgar kadınlarla, yine Bulgar erkekler Ermeni kadınlarla, birtakım karışık levanten kadınlarla evleniyorlardı ve tersi -levanten erkekler de Bulgar kadınlarıyla, İstanbul’da doğduklarına göre kendileri de bir o kadar karışık olarak Ruslarla, İngilizlerle, Fransızlarla da sıkça evlilikler yapılıyordu. Velika ve Katine teyzelerimin kocaları da Rum’du, hatta eniştemin biri azılı Rum’du. Maria Teyze bir Hırvat’la, Petır dayı ise bir Ermeni kızıyla evlenmişti. İşte size eksiksiz bir İstanbul.”

Oysa biz genellikle Ermeni Ermeni ile, Rum Rum ile, Bulgar Bulgar ile evlenir sanıyorduk, en azından ben öyle sanıyordum. Pek bir şey bilmiyormuşum.

 

Hıristo ablası ve annesiyle

 

Tiyatrolar İstanbul’a renk katıyor

“Şehrin Avrupa yakasındaki çok sayıdaki Avrupalıdan gayet sıcak kabul gören yabancı tiyatro kumpanyaları İstanbul’da sıkça sahne alıyordu. Düşünsenize, Sarah Barnhardt (ünlü Fransız tiyatro oyuncusu) bile misafir olmuştu bu kente. Konser salonu Odeon Tiyatrosu diye geçiyordu, her ne kadar bu adı taşıyan bir tiyatro topluluğu olmasa da. Odeon tabii ki Grand Rue de Pera’daydı, başka nerede olsun! Bir ara seyyar opera da kapılarını açmış ve madam bu operada kötü yazgılı Butterfly rolünü oynamıştı.” (Madam İstanbul’daki ünlü bira fabrikasının sahibi Kozma’nın gelini, Sofia Doren. Kitabı okursanız daha fazla bilgi edinebilirsiniz.)

“Kendi bahçesi olmayan otelin (Pera Palas) akciğeri Petit Champs adıyla bahçesiydi, kim bilir hangi girişimcinin cebini doldurmak ve avamın girişini olabildiğince kısıtlamak için buraya bir kuruş ödeyerek giriliyordu. Yuvarlak bir çiçek tarhı Levanten kadınların en sevdikleri dolaşma yeriydi, banklarda, sanki vitrin mankeni gibi bunlara oturmuş Levanten erkekler uyukluyordu. Bu bahçede İstanbul’un Rum kadınları ile Ermeni, Yahudi, Suriyeli, Mısırlı, Lübnanlı ve tüm bunların karışımı olan kız kardeşleri sadece kendilerini dolaştırmıyor ama seyyar Fransız tiyatro kumpanyası tarafından burada temsil edilen oyuna göre değişen modern giysilerini de dolaştırıyorlardı -fıçıya benzer çember etekler, harem şalvarları vs.

Yine bu bahçede Pathe Kardeşler sinematograf gösterileri de yapıyordu, perdenin bezi bir yaşındaki çocuğun cılız bacakları gibi titreşiyordu. Sinema da henüz bebeklik dönemindeydi. Salonun mimarı, alanında yeterince olgunlaşmış biri olacak ki zeminde kademeler oluşturmuştu; bu sayede seyircinin, önünde oturanın şapkasını veya sanatsal biçimde yükseltilmiş saçlarını değil ama sahneye görmesi sağlanıyordu.”

Müslüman ahali değil ama gayrimüslim ahali ve tabii ki onlara uyan çok az sayıdaki Türk de bu renklilikten nasibini alıyordu. İslamiyet’in tüm hayatı kısıtlayıcı kurallarına bakılınca zaten sıradan Müslümanların bu yaşama bırakın ayak uydurmayı kabul etmesi bile imkansızdı. Ancak renklilik renkliliktir ve en azından Müslümanlar da bu renkliliğe katılmasalar da bizzat tanık oluyor yani başka hayatların varlığından haberdar oluyorlardı. Bu bile her şeyi yasaklayan diktatörlüklerdeki yaşamdan daha iyi olmalı.

Neyse hemen yorum yapıp yazının tadını kaçırmayayım.

Frigobuzcuların ataları

Şimdi okuyacaklarınız ise yaşı ellinin üstünde olanlar için hoş bir sürpriz olacak, bu kadarı olmasa da bu kuşak da sinemadaki frigo(buz)cuları hatırlayacaktır.

“Salonda, (sinema salonunda) rahat etmeye ve hoşça vakit geçirmeye sadece küçük satıcı tayfası engel oluyordu; bunlar seyircilerin dizleri arasında sürekli dolaşarak akla gelebilecek her türlü şekerli içecekle çekirdek ve badem türünden atıştırmalıklar, hatta helva ve dondurma bile satıyorlardı. Halkın bunları şapırdata şapırdata yemesi orkestranın sesini bile bastırıyordu -sinemanınki ve Petit Champs Bahçesi’nden gelen askeri bandonun trompetleri ve davulları. 

Bu akşam ise sesli film gibi yeni bir şey gösterilecekti. Paris’i sel basmıştı ve Pathe Kardeşler, ‘Bay Jojo’nun Melon Şapkası’ ile ‘Erkek ve Kadın Nişanlı’ filmlerinin yanı sıra sel hakkında da bir film çekmişlerdi. İstanbul sinemasının sivri zekâlı mimarı bu filmin gösterimi sırasında coşkun suların sesini aksettirecek bir şadırvan kurmuştu salona. İşte, film başlıyor, Sen Nehri’nin suları şehri basıyor; insanlar çatılara tırmanıyor, cankurtaranlar boğulanları sudan çekiyor, seyirciler ahlıyor ohluyor. Türkçe ‘aman zavallılar’ nidaları duyuluyor. Ancak öyle bir şey oldu ki seyirciler de ‘zavallı’ durumuna düştü. Şadırvanın nasıl kurulduğu bir sırdı, ancak fırtına sularının aniden salonu bastığı da apaçık ortadaydı. İnsanlar kendilerine gelinceye ve bunun bir gösteri değil ama tam bir afet olduğunu anlayıncaya kadar birçoğu göğüs hizasına kadar ıslanmış buldu kendini.”

Şimdi Hıristo’nun çocuk gözleriyle bugünkü adıyla Beyoğlu’na girelim isterseniz.

“Bulgar okulu Grand Rue de Pera’ya yakın küçük bir sokakta yer alıyordu. Bu cadde üzerinde iki devasa bina yükseliyordu: Rumeli Han ve Avrupa Han; her biri dört beş odalı elli küsur daireli koca binalar. Bu altışar katlı binalar 250 ve üzerinde insana çatı sağlıyordu -koskoca bir köy. Binanın altındaki haçvari tünel şeklindeki pasajda onlarca ticari ve zanaatçı dükkânı ve elbette olmazsa olmaz bir kahvehane bulunuyordu. Kahvehanede yarım duvarı kaplayan ve beş altı renkteki litografi portrede padişahın çehresi parıldıyordu.

Büyük, adeta kale gibi duvarlar geceleri binayı dört taraftan hapishane gibi kapatıyordu. Türk kapıcılar görevini dürüstçe ve sadakatle yapıyorlardı. Hanların sahibi bir paşaydı ve sadece bu iki han değil, ama şehrin başka yerlerinde de Afrika Han (Pasajı) ve Anadolu Han (Pasajı) gibi hanları vardı.” Eğribozlu Sarıcazade Ragıp Paşa saray mabeyincisi olarak 2.Abdülhamid’in büyük güvenini kazanmıştı. Vezirliğe yükselip sadrazam atamalarına yön verecek kadar güç kazandı. Ticaret ve madencilikten büyük servet yaptı. Umurca rakı fabrikası, İstanbul’da üç han ve köşkler yaptırdı. 2. Meşrutiyet’ten sonra rütbeleri alınarak Midilli’ye sürüldü. (Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, 2 numaralı dipnot s. 45.)

 

Günümüzde Rumeli Han

 

Rumeli Han’ın çatısında uçurtma savaşları

“Rumeli Han’ın çatı terası binanın üzerinde bir bahçe gibi yayılıyordu. Bir tek ağaçlar eksikti; ama çok sayıdaki baca ağaçların yerine geçiyordu. Dört tarafı sarmalayan yüksek demir korkuluk çocuk oyunlarımızı emniyetli kılıyordu. Çocuk dediğime bakmayın, elli küsur dairenin çocukları sanki beynelmilel bir orduydu, üstelik ittifak halinde: Alman çocuğu, Macar ve Avusturyalı çocuklar; İngiliz çocuğu, Fransız çocuğuyla, Bulgar çocuğu Ermeni, Rus ve bir de Rum çocuğuyla. Ara sıra hepimiz toplanıyor ve çaprazdaki Avrupa Hana doğru büyük bir uçurtma salıyorduk; oradakiler de karşılık veriyordu. Uçurtma kınnapları birbirine dolaşınca her iki kamptaki askerler kendi kınnabını aceleyle ve güçle çekerek ‘düşman’ uçurtmayı kendilerine yaklaştırmaları gerekiyordu. O zaman can alıcı an geliyor, iki ordu da kınnapları yabancı uçurtmayı koparıncaya ve taraflardan biri iki uçurtma sahibi oluncaya kadar geriyordu…

Ben de geri kalmıyor, pazardan renksiz şeyler satın alacağıma uçurtmamı kendim yapıyordum. Kaldı ki ben daha çok bayrak uçurtması salıyordum. Bulgar bayrağının üç rengiyle.”

Bir çocukluk anısı bile bir toplumun yaşamına ilişkin ne çok ayrıntı veriyor değil mi! Şu kısacık anlatımda neler yok ki! Ancak bir imparatorluk başkentinde rastlanabilecek etnik çeşitlilik, çocukların etnisiteleriyle hiçbir ilgisi olmayan ortak zevkleri, oyunları ve düşleri, devasa hanlar ve terasları…

Hıristo’nun çocukluğundan anımsadığı ayrıntılar İstanbul’un diyelim ki altı yaşından itibaren yani 1907 ile kentten ayrıldığı 1913 tarihleri arasındaki gayrimüslim yaşamına ilişkin paha biçilmez bilgiler veriyor. Bugün Türkiye’de yaşayan bir Bulgar ailenin çocuğu Bulgar bayrağı renklerini taşıyan bir uçurtma uçurmaya kalksa… Sonunu düşünmek bile istemiyorum.

Bu çocukların bazılarının babaları ticaret işi yapıyordu. Diğerleri ise Hıristo’nun anlatımına bakılırsa dar gelirli bir aile yaşamı sürdürüyordu.

“Rum arkadaşımız Panayotis zengin çocuğuydu; babası da ana caddede iç çamaşır mağazası işletiyordu. Büyük Strongilo Mağazası İstanbul züppelerini kendine çekiyordu. Özünde çok mütevazı bir çocuktu ve çoğumuz maddeten darda ailelerden olduğumuzdan dolayı sanki bir tür suçluluk hissediyordu. Panayotis bize Tobler ve Nestle çikolataları dağıtıyordu; o sıralarda İsviçre fabrikaları doğuyu çikolataya boğmuştu. Biz de ikramı geri çevirmiyor, ama borçlu da kalmıyorduk; ben de ona uçurtma yapıyordum.

Mario Bragiotti de iyi arkadaşımdı. Kaptan olan babası Bulgar limanlarını ziyaret ediyor ve oğluna milletimiz hakkında güzel şeyler anlatıyormuş: Ahlâkını korumuş, çalışkan, dürüst, tutumlu. İliğine kadar Anglosakson olan diğer arkadaşım Alfred Massa. ırkının bütün özelliklerini taşıyordu: Mesafeli, kibirli bir üstünlük duygusuyla. Sözünün dinlenmesini istiyordu, o karar versin, ötekiler bunları yerine getirsin, neredeyse ceza verme hakkını bile elinde tutmak istiyordu. Britanyalı sömürgeci! Müttefikleri olan İtalyan Mario ve Fransız Marcel Panyol ona zor tahammül ediyordu. İngiliz sadece düşman halklara değil, ama müttefiklerine de üstünlük taslamak istiyordu. Marcel de milletine sadıktı: Her ortamda ve şartta bir Fransız’dı o. Islık çalarak küçük kızları eğlendiriyor, akranlarına ise dikleniyordu. Fransa için büyük bir sevgiyle konuşuyor ve herkesi ülkesine davet ediyordu. İstanbul kumpanyası Ermenisiz olur mu! Rumeli Han’da bu milleti gözleri pırıl pırıl parlayan, abartıyı seven ve kendine yakın durana sıkıca bağlanan Victor temsil ediyordu. Canlıymış gibi aşağı yukarı sallanan ahşap atını sıkça bana veriyordu. 

Bir gün aramıza bir kişi daha katıldı: Gökyüzü mavisi gözlü Rus çocuğu Alyoşa. Devasa ülkesi gibi iri kıyım, yüzünde mutlu bir tebessüm, davet edilmeden de türkü söylemeye teşne. Daha terastaki ilk gününde bütün çocuklarla iyi arkadaş oldu. Bize Volga Volga şarkısı söylediğinde ağzımız açık kaldı, ne güçlü bir türküydü. Babası kapitülasyonlar gereğince açılmış olan Rus postasında çalışıyordu: bu, Osmanlı Devleti’nin artık tamamen fakir düşmüş eski zengin görünümüne büründüğü zamana denk geliyordu.”

Okul günleri

“Kaloferli bir abacının oğlu olan Hıristo Kodov’un kumaşı başkaydı. Kendini eğitime o denli adamıştı ki mezuniyet törenlerinde okulun yüzünü ak çıkarıyordu. Elinde devasa bir buketle yabancı okullar müfettişi Ali Halim Efendi’nin önünde dikiliyor, müfettiş de buketten onu göremiyordu. Öğrenci arkadaşımız bir Türkçe, bir Fransızca konuşuyordu, ama kusursuz ve hiç duraksamadan, sanki yabancı dil lisesini bitirmişti. Padişah şerefine uzun uzun şiirler okuyordu yılsonu törenlerinde; Maarif Vekâleti’nden gelen temsilciler ve başka devlet görevlileri Bulgar Okulunun çalışmasından memnun kalıyor ve bazı günahlarını görmezden geliyorlardı. Okulun günahları olduğunu daha sonra öğrenecektik; hademe kisvesi altında Kosturlu (Kastoria; Kesriye) bir Bulgar o engin İstanbul’da VMRO (Dahili Makedon İhtilal Örgütü) üyeleri arasındaki bağı sağlıyormuş. Sadece bu mi? İyisi mi karıştırmayalım.”

Hıristo sayesinde Türk Yurdu Kitabhanesi’nin yayımladığı çocuk dergisinden ve Karagöz adlı hiciv gazetesiyle Karagöz Perdesi Tiyatrosu’ndan haberdar oluyoruz, bir de minik anısından. Ama bu anı onun ileride gazeteci veya yazar ya da yazı çiziyle uğraşacağını gösteren bir işaret sanki. Ayrıca Hıristiyanların Müslümanların tatil günü olan cuma günleri normal mesai yaptıklarını ve tatil yapmaya zorlanmadıklarını anlıyoruz.

“Öteki derslere ilgisiz kalırken, kendimi Türk alfabesini öğrenmeye kaptırdım, hani gençlerin kendilerine fanatizme varıncaya kadar bir spora kaptırmaları gibi. Okulda da, evde de bu tuhaf alfabenin sırrını çözüyor ve günden güne değil, ama saatten saate ilerleme kaydediyordum. İşte bu tutkunun tesadüf olmadığını açıklamanın zamanı geldi: Çocuk Dünyası başlıklı çocuk dergisini okumak ve anlamak istiyordum. Sadece okumak ve anlamak değil ama bir şeyler yazıp göndermek de geçiyordu içimden.

Çocuk Dünyası! Adı güzel, içeriği daha da güzel: Alışılagelmiş nine ve dede masalları ama daha önemlisi küçük okurlar başlarından geçen bir hadiseyi yazmaya davet ediliyordu. Yazar olmamaları hiç önemli değildi, belki bir gün Çocuk Dünyası sayesinde yazar da olabilirlerdi. Bendeniz de kalkıp bir hadise anlattım -bir keresinde Prinkipo’da (Büyükada) az kalsın ormanı yakacaktım, istemeden tabii, ama olsun, yeter ki küçük okur ateşle oynanmayacağını öğrensin.

Gazete cuma sabahları çıkıyordu, Karagöz başlıklı hiciv gazetesi de Türkler için tatil olan bu günde çıkıyordu. Cuma günleri Karagöz Perdesi Tiyatrosu yeni temsilleri Papas Köprü Mahallesi’nden (Tarlabaşı’nda günümüzdeki Kurdele Sokak ile Kalyoncu Kulluğu civarındaydı) veriliyordu, herhalde başka yüksek seviyede kültür faaliyetleri de düzenleniyordu.

Yazımı postayla gönderdikten sonra birkaç gece uykum kaçmıştı. Bu gazetede yazıların sayfalara nasıl yerleştirildiğini biliyordum, eğer yazıma yer verilecekse, bu herhalde çocuk eserlerinin basıldığı üçüncü sayfada olacaktı. Yazımı kâh sayfanın başında, kâh ortasında ve alta köşesinde görüyordum. Aman, nerede olursa olsun, yeter ki çıksın. Her şeyden öte adım da yazacaktı, bu da şan şöhret demek değil miydi?

Perşembe gecesi giysilerimi çıkarmadan yattım, zira sabah olur olmaz hemen bir Acemin karşıdaki bayisine koşacaktım. İşte gazeteyi aldım, sayfalarını açarken ellerim tir tir, beynim fırlayacak: ‘Acaba, acaba?’ Ve işte yazım ve altında da kargacık burgacık harflerle adım çıkmıştı. Hem de nerede -sayfa ortasında, ayrıcalıklı yerde. Gerçekten de Büyükada’da ateş yakmamalı. Gazeteyi aldığım gibi doğruca anneme koştum, babam artık işe çıkmıştı, zira Hıristiyanlar için cuma normal mesai günüydü. Annem gazeteyi eline aldı. hiyerogliflerden bir şey anlamasa da, oğlunun babasının altın zanaatını aldığını anlıyordu. Mutlu oldu, anne yüreği. Tam da bazı yaramazlıklarım için beni cezalandırma kararı almıştı ama imkanı yok, bu yazı af getirdi… Babam da başarıma sevindi.”

 

1900’lerin başında Pera

 

Pera, Pera, Pera…

Son olarak da imparatorluğun 1900’lerin başındaki zavallı durumunu gösteren anılara gelelim. Minik bir çocuğun gözüyle değil o büyüdükten sonra yazmış tabii ki. Ama hiç unutmamış gördüklerini ve onun bu gördükleri bize bugün o döneme ilişkin önemli ipuçları veriyor. Gayrimüslim olsun Müslüman olsun sıradan Osmanlı halklarının sıkıntı içinde geçen günleri ve yüzyıllar öncesinden verilen ödünler (kapitülasyonlar) nedeniyle sonunda düşülen sefil durum.

“Avrupa Han pasajından geçerken bize ‘Hondrokefali!’ (kalın kafalılar) diye laf atan bazı Rum dükkancılara biz de ‘Fistanlı çirozlar’ diye karşılık veriyorduk.

Pera’nın ana caddesinde yürürken vitrinlerin önünde duruyor ve ağzımız sulanarak Nestle ve Tobler çikolatalarına bakıyorduk; bir çocuk bunların verdiği resimleri biriktirerek fotoğraf makinesi, kol saati, okul çantası vs. sahibi olabilirdi.

Taze kadayıfları, kızarmış baklavaları, mis gibi revanileriyle sütçülerin vitrinleri de bizi oynamayı çok sevdiğimiz mıknatısın gücüyle kendine çekiyorlardı. Ancak biz çocukları en çok, Paris Bon Marche Mağazasının, iki devasa kapısıyla bir sokak gibi iki mahalleyi birbirine bağlayan Pera’daki şubesi cezbediyordu. Bu ‘sokak’ boyunca kuşu sütü bile bulunuyordu. Buradaki sürpriz denen ve kilden yapılmış küçük hayvanlar da satılıyordu, zira her kil oyuncağın karnında bir metal oyuncak da barındırıyordu, yapıştırılmış bir kağıt altında saklı. İşte, bu artık keyfin zirvesiydi -bu koyuncuğun, kuzucuğun veya köpekçiğin içinde acaba ne vardı? Yüzük mü, düdük mü, küçük bir top mu?

Perhiz öncesine denk düşen yortuda Aya Panagia Kilisesi avlusunda laternacıların sarhoş Rumları ve Rumların Afrodit diye adlandırdıkları Venüs Mahallesi’nden getirdikleri hafif meşrep madamları nasıl eğlendirdiklerini izliyorduk. İstanbul’da ise istemediğin kadar genelde birbiriyle yan yana kilise vardı. Çok sayıda Rum Ortodoks ve yirmi civarında Katolik ve Protestan kilisesi. Şehirde yabancılara ait binalardan ve kurumlardan geçilmiyordu: Deutsch Bank, Winners Bank, Bank d’Athens gibi bankalar, Amerikan sigorta şirketleri, Cook ve Zon seyahat büroları, Wagın-Li, London, Bristol, Hotel d’İtalie otelleri, İngilizce-Fransızca Levant Herald, İngilizce-Almanca Osmanischer Llyod, Fransızca La Liberte, İtalyanca La Resanya İtaliana gazeteleri. On civarında Rumca ve sadece tek bir Bulgarca gazete -Vesti.

İmparatorluğa ithal malları dolmuştu. Hatta ünlü Vichy maden suyu, Signori şarabı, Fosfatin Folier çocuk unu. Ya mağazalar! Rus Sefareti karşısındaki Alman Karlman, Avusturya Stein, İngiliz Tring… Kapitülasyonlar gereği Pera’da da tarihi yarımadada da yabancı -Alman, Rus, Avusturya, İtalyan, Fransız, İngiliz vb. postaneleri. Biz bu bürolar önünde dikiliyor ve gözlerimiz yaşarıncaya kadar heyecanla posta pullarına bakıyorduk.

Osmanlı payitahtındaki ticari uğraşlarını gizlemek ve göz boyamak için yabancı devletler burada hastaneler açmışlardı. Alman, İngiliz, Avusturya, Rus, Fransız, İtalyan hastaneleri olduğu gibi Bulgar Hastanesi de vardı. Tevazudan onu en sona yazıyorum ama o sonuncu yerde değildi, bilakis Şişli’deki Bulgar Hastanesi birinci sınıf tedavi kurumu ününü taşıyordu. Yine kaba ticari dalavereleri gizlemek için, kültür kulüpleri de açılmıştı; İngiliz, Fransız, Alman, İtalyan. Cadde-i Kebir, No. 605 adresinde bulunan Club Teutonia’da sabahın ilk ışıklarına kadar kumar oynandığı, mal mülk ve şerefin masaya yatırıldığı anlatılıyordu.”

Kitap Yayınevi’nin dilimize kazandırdığı bu yapıtı (Bir Çocuğun İstanbul Hatıraları 1901-1913) okumanızı öneriyorum. Oldukça ince bir kitap ve alıntıladığım satırların onlarca katı kadar, büyük zevk alarak okuyacağınız anılarla dolu. Kitabın çevirisini yapan Hüseyin Mevsim’i de bu arada kutlamadan geçmeyeyim. Enfes bir çeviri yapmış, beynine sağlık.

Ben Metin Gülbay, herkese keyifli bir hafta sonu dilerim.

 

* Bulgar Eksarhlığı  Otosefal Bulgar Ortodoks Kilisesi’nin resmi adıdır. Eksarhlık, 1945 yılında Ekümenik Patrikhane tarafından tanındı ve 1953 yılında Bulgar Patrikliği’ne dönüştürüldü. Rum patriğinin ikâmet ettiği binaya “patrikhane” dendiği gibi, Bulgar ruhâni liderinin bulunduğu Fener’deki yere de Eksarhhâne denirdi. Sultan Abdülaziz döneminde 28 Şubat 1870 târihli ferman-ı hümayun ile kuruldu. O döneme dek Osmanlı Devleti’nde geçerli olan millet sistemi uyarınca Bulgarlar da Millet-i Rûm’a mensuptu. Bulgar İsyanları’nın filiz verdiği ve Bulgarların Millet-i Rûm tahakkümünden ayrılmak için hareketlenmeye başladıkları 1840’lı yıllarda başlayan mücadele 1870 tarihli ferman ile sonuçlandı ve yaklaşık 30.000 Bulgar kökenli Osmanlı vatandaşının yaşadığı İstanbul’da bir Eksarhhane kuruldu. 1872 yılında da Bulgar Eksarhhanesi Rum Ortodoks Patrikhanesi ile ilişiğini kesti. 1908 yılında Bulgaristan’ın bağımsızlığını ilân etmesiyle Eksarhhane’nin taşınması gündemi meşgul etmeye başladı. 1913 yılında Balkan Savaşı’nın ardından Eksarh I. Josef döneminde Sofya’ya taşındı ve İstanbul’daki kurum “Eksarh Vekilliği”ne dönüştürüldü. 1945 yılında “Eksarh Vekilliği”nin Patrikhane’ye bağlanmasıyla Eksarhhane’nin faaliyeti de sona erdi.

Medya Günlüğü

Medya eleştirisine odaklanan, özel habere ve söyleşilere önem veren, dilediği konuda özgürce yazmak isteyenlere kapısı açık, kâr amacı taşımayan bir site.

Exit mobile version