Metin Gülbay
Biraz sonra okuyacaklarınız Emel Esin tarafından yazıldı. Sanırım çoğunuz onu tanımaz. Örneğin bu konuda kitap yazabilecek düzeyde eğitim almış bir kişi midir Emel Esin? Yaşam öyküsünü kısaca anlatayım da soruya siz yanıt verin.
“Kültür ve sanat tarihçisi Emel Esin’in annesi Fecr-i Āti dönemi romancılarından Müfide Tek, babası ise Türkçülüğün önemli isimlerinden İkinci Meşrutiyet dönemi Kütahya Milletvekili Ahmet Ferit Tek’tir.” (1)
“İngiltere ve Fransa’da tahsil gören Esin Fransızca, İngilizce ve Almanca öğrendi. Lise sonrası bakaloryasını verdi ve mimarlık tahsili görmek üzere Orta Çağ usulünde öğretim veren Ecole des Beaux Arts’a kaydoldu. Buranın ağır şartlarından hoşlanmadı ve tahsilini yarıda bırakarak ebeveyninin okuduğu Ecole des Sciences Politiques’in tarih bölümüne kaydolarak buradan mezun oldu. Yüksek matematik sahasında Sorbonne’dan sertifika aldı. Daha sonra Paris ve Viyana güzel sanatlar akademilerinde mimarî, resim, mozaik, vitray ve gravür gibi alanlarda öğrenim gördü.
Türkiye’de Prof. Necati Lugal’den Arapça ve Farsça, Prof. Dr. Zeki Velidi Togan’dan Orta Asya tarihi ve Prof. Dr. Herbert Jansky’den Orta Çağ Türkçe metinleri dersleri aldı. Paris Üniversitesi’nde Le Dragon dans l’iconographie Turque (Türk İkonografisinde Ejder) başlıklı tezini savunarak sanat tarihi doktoru payesini kazandı. İyi derecede bildiği belli başlı Doğu ve Batı dillerinin yanında Moskova Sefiresi iken Rusça da öğrendiği için farklı dillerdeki eserleri inceleyip değerlendirmek suretiyle Türk ve İslam sanat tarihi ve arkeolojisi sahalarında dikkat çekici çalışmalara girişti ve önemli eserler yazdı. Fiş usulü ile çalışan Esin topladığı bilgileri fişlere kaydederek sakladığı için binlerce fişten meydana gelen bir ihtisas koleksiyonu oluşturdu. Çalışmalarını yalnız başına ve hasbî (gönüllü, M.G.) olarak yürüttü, ülke içinde ve ülke dışında katıldığı kongrelerde tebliğler verdi, yerli yabancı dergilerde makaleleri yayımlandı.” (2)
“Emel Esin, Tokyo Büyükelçiliği Başkâtibi Seyfullah Esin’le evlendikten sonra çeşitli ülkelere ve Orta Asya’ya giderek buralarda araştırmalar yaptı. Hacettepe Üniversitesi ile Almanya ve Fransa üniversitelerinde de Türk kültür tarihi, Türk sanat tarihi dersleri verdi. Yazarın Türkçe eserleri dışında İngilizce yayımlanmış kitapları da vardır.” (1)
“Emel Esin’in vefatından sonra, vasiyeti üzerine, bağışladığı mal varlığı ile Türk kültürü alanındaki çalışmaları desteklemek ve bu sahaya dair araştırmaları neşretmek üzere 28 Aralık 1989’da Üsküdar Salacak’taki kendi evinde Tek-Esin Türk Kültürünü Araştırma ve Geliştirme Vakfı kuruldu. Esin’in çoğu Türk kültür ve sanatına dair olmak üzere 7385 cilt kitap, 890 yazma, 4500 makale ve ayrı basım ile 290 ayrı dergi yanında çeşitli çalışmalarıyla ilgili dosyalar ve zengin bir fotoğraf ve dia arşivini ihtiva eden zengin ve emsalsiz kütüphanesi de adına kurulan bu vakfın bünyesinde olup katalogları vakıfça yayımlanmıştır.” (2)
1912 ile 1987 (3) yılları arasında yaşayan Esin’in on üç tane yapıtı bulunduğunu belirterek yaşam öyküsüne burada son vereyim, sanırım ikna oldunuz. Kırgızlar ile Köktürkler’in Karasuk kültüründen, Uygurların ise daha başka bir kültürden geldiklerini belirtiyor Esin. Zaten ona göre “İç Asya göçebeleri birbiri ile çok karışık ırklardan müteşekkil bulunuyorlardı”. Emel Esin’in önemi benim için bu cümlede gizli. Dünyada ırk diye bir şeyin olmadığı bugün artık anlaşılmış durumda ancak bunu kırk elli yıl önce Türkiye’de dile getirmek epey zordu.
Yazıyı sonuna kadar okumak sıkıcı gelebilir. Konuyla ilgilenenler için bile ağır kaçabilir. Ancak tarihi önemi olan bir metin olduğundan sizlere kısa da olsa bir bölüm sunmak istedim. Biraz daha kısaltamaz mıydın diyenler için, 360 sayfalık kitabın ilk altı sayfasından alıntılar yaptım diyeyim de korkunuz biraz geçsin!! Öte yandan eğer bir paragraf bile kısaltacak olsam Esin’in ne dediği tam anlaşılamıyordu, bunun için özür diliyorum, elimden bir şey gelmedi.
Bu yazıdaki alıntılar “İslamiyet’ten Önceki Türk Kültür Tarihi ve İslam’a Giriş” başlıklı yapıttan yapılmıştır. Yapıtın basım tarihi 1978’dir. Önsöze Emel Esin Şubat 1977 tarihini atmıştır. Yani önsözden anlaşıldığına göre kitap yayımından en az bir yıl önce bitirilmiştir. Ara başlıkları ben koydum, çok az sayıda yazım yanlışını düzelttiğimi, gerisini olduğu gibi bıraktığımı belirterek sözü Emel Esin’e bırakayım.
Türklerin ataları ve kültürleri
Türkistan’ın kalbinde, bugünkü Kazakistan’ın başkenti Alma-Ata’nın doğusunda, Esik (veya Issık) Çayı kıyılarında, M.Ö. 5 ve 4. yüzyıllardan (kalma, M.G.) bir mezarda, Kök-Türk harflerinin arkaik bir şekli ile Türkçe sanılan bir yazı bulunmuştur. Bu keyfiyet, Türk tarihinin sandığımızdan çok daha kadim devirlerde başlamış olduğu imkanını ortaya çıkardı. Böylece, Türk kültür tarihinin başlangıcını bulmak için Esik devresine ve Eurasia’da ilk yerleşik kültürlerin bitip, atlı çoban yarı-göçebe kültürünün başladığı devir sayılan M. Ö. 9 ve 8. yüzyıllara kadar geri gitmemiz gerekiyor.
Fakat derhal itiraf edelim ki, erken devirlerdeki araştırmalarımız şüphelerden āri kalamayacaktır. Yazılı vesikalar olmayan mezarlarda, Türklerin atalarını diğer ilk atlı göçebelerden ayırt etmek, antropoloji ışığında dahi, kolay değildir, çünkü M. Ö. binyılda bile, İç Asya göçebeleri birbiri ile çok karışık ırklardan müteşekkil bulunuyorlardı. Bugünkü durumda, antropologlar, arkeologlar ve maddi kültür tarihçileri geniş çizgiler ile şöyle bir levha çizmektedir. Doğu Asya’da bugünkü Moğollar, Tibetliler ve Tunguzlara benzeyen ve bu sebepten Mongoloid diyeceğimiz, kısa boylu, kuvvetli yapılı, kimisi geniş, diğerleri dar yüzlü, ezikçe burunlu, çekik gözlü, az kıllı, köseliğe mütemayil boylar yaşıyordu. Fakat Mongoloidler daha milattan önceki bin yılda, Batıda, Kama kıyılarına kadar ilerlemişlerdi. (Ananin kültürü mensupları). En kuzey bölgelerde, bugünkü Eskimolara benzeyen, Mongoloid veçhede, fakat Mongoloidlerden daha uzun başlı bir ırk yaşıyordu. Bugünkü Avrupalılara benzedikleri için Europeoid diyeceğimiz, bugünkü Europeoid’lerden daha geniş yüzlü, fakat onlar gibi uzun başlı, uzun boylu, sarışın bir ırkın merkezi Sibirya’da Kem (Yenisey) ve Ertiş (İrtiş) ırmakları kıyıları idi. Kem bölgesinde, M.Ö. 2000-1200 yılları arasında uzanan Afanasiev ve Andronov kültürleri bu ırka mensup boylarca vücuda getirilmişti. Bunların daha Mongoloid Doğulu ırklarla karışmasından meydana gelen Karasuk kültürüne (M.Ö. 1200-700) mensup boyların, tarihi Türkler’den Kırgız ve Kök-Türklerin ataları arasında olduğu bugün galip gelen görüştür. Kuzeydoğuda, mümasil (başka bir şeyin misli veya benzeri olan, M.G.), fakat daha geniş başlı bir ırk, Baykal-gölü çevresine ve bugünkü Doğu Türkistan ile Çin’in kuzeyine kadar uzanıyordu. Tarihi Türklerden Uygurlar gibi muhtelif boyların bunlardan türediği zannedilmektedir.
Doğu bölgesinde europeoid ırk, daha geniş başlı bir veçhe alıyor ve Mongoloidler ile karışıyordu. Orta Asya’nın batı ve güney bölgelerinde ise Sümerlilere ve Dravidoidlere (bugünkü Dravid dillerini konuşanlara) benzeyen ve Moorcroft’a göre bazısı Mongoloid olan insanlar yaşamakta iken, milattan önceki binyılın başında, İranlı-Hindli boyları, Orta Asya’ya yayılmış ve eski milletlerin yerini almışlardı. Bugünkü franklara benzedikleri için İranoid diyeceğimiz tipte insanlar, Persepolis kabartmalarında, kısa boylu, badem gözlü, büyük gaga burunlu, çok kıllı, kıvırcık sakallı ve renkli tasvirlerde ise siyah saçlı olarak gözükmektedir. Tarihi Türk devrinden, yani Türkçe yazıların çıktığı çağlardaki mezarlarda, yukarıda anlatılan tiplerin başlıcalarının, muhtelif derecelerde birbirlerine karışık olarak, temsil edilmekte olduğu, Ginzburg ve Trifonov tarafından ifade edilmektedir.
Kültür bakımından, birbiri ile çok karışan ve aynı tarz hayat süren atlı çoban ve avcı göçebelerin, ırkları ne olursa olsun, benzer eserleri vardı. Göçebe hayata uygun ve taşıması kolay eşya vücuda getiriliyordu.
Kürkten, deriden, keçeden, yünden örtüler ve kıyafetler; ata binmeye yarayan, çakşır, çizme, mintan, kaftan, börk gibi elbiseler ve onların tezyinatı (süsler, bezemeler, M.G.); kemer ve at koşumu tokaları, insanların ve çadırların üzerinde taşındığı kağnılar; çadır takımları ve silahlar gibi. Göçebeler silahlar arasında bilhassa ok ve yay kullanmakta mahir idiler. Nitekim, Çinlilerin “Mao-tun” dediği ve adının Bagatur olduğu anlaşılan Hun hükümdarı, M.Ö. 177’de “Yay çeken milletlerin hepsini birleştirdim” demekte idi (de Groot, 1, 76). Okçuluğu bu İç Asya göçebeleri geliştirmişti. Bütün Eurasia göçebeleri, Çinlilerin k’ing-lo, Herodotos’un akinakes diye muharref (değiştirerek, M.G.) şekilde kaydettiği kılıç ve kamaları kullanıyorlardı. Shiratori k’ing-lo kelimesinin Türkçe kılıçtan muharref olduğunu sanmakta idi. Pulleyblank’a nazaran akinakes kelimesinin aslı belki İranî dillerden gelmişti. Egami’ye göre akinakes’in aslı Türkçe “kingırak” idi (iki yanı keskin düz kama).
Biz de bu kelimeyi kullanacağız. İç Asya göçebelerinin çoğu bir savaş tanrısına tapmakta idiler ve bunun maden işçiliğini, silahları icat ettiği sanılarak, kılıç gibi silahlar bu mabudun (ilah, M.G.) timsali addedilmekte idi.
Eurasia ilk göçebelerinin sanatı, hamasi üslupta idi. Hayatları savaş ve avcılıkla geçen göçebe sanatkârları, bu konulardaki sahneleri, edebiyatta destan üslubu denecek bir tarzda, plastik sanatlarda da tasvir ediyorlardı. Çoban ve avcı olarak, hayvanları yakından tanıyor ve maharetle resmedebiliyorlardı. Üslupları realist (gerçekçi) olmakla beraber, naturalist (tabiata yakın) değildi, çünkü, heyecanlı olayları anlatırken, mübalağalı ifadelere kaymakta, şekilleri tabiat dışında görünüşlere sokmakta idiler. Göçebe üslubuna realist-expressioyonist (gerçekçi, fakat mübalağalı) denmektedir. İç Asya’da zamanımıza kadar yaşayan destanlardan bazısının, bu arada Dede Korkut menkıbelerinin, çok eski olduğu kabul edilirse, bu destanların tasvirlerini ilk göçebelerin sanat eserlerinde görmek mümkündür. Göçebelerin eserlerinde, M.Ö. binyılda yaşamış “er”leri (eski Türkçe’de kahraman), bunların kemer ve ayna gibi belki rütbe işaretlerini, alplik destanlarını, av sırasında vurulan hayvanın kurban ve ongun mahiyeti aldığı sahneleri görmekteyiz. Ongun, kurban, veya totem (ata sanılan ongun) mahiyetindeki hayvanlar, her yerde aşağı yukarı aynı cinsten, at, geyik, dağ keçisi, boğa, kaplan, kurt, su kuşu, yırtıcı kuş gibi motiflerdi. Bazen, belki göçebelerin dini inançlarından dolayı, zoomorfik motifler, efsanevi bir veçheye bürünerek, hayali, muhtelit āzālı mahlûklar ortaya çıkıyordu.
Bazı motiflere verilen heraldik (ongun ile ilgili), veya totemik (ata sayılan ongun ile alakalı) mānāların bir neticesi olarak, bunlar boy veya şahıs damgası olan bir piktogravı (basitleştirilmiş resim), daha sonra \fonogram (bir ses ifade eden piktogram), hatta yazı harfi şekline girebiliyordu.
Mesela, Mannay-ool, Kök-Türk Kağan sülalesinin damgası olan dağ keçisi piktogramının M.Ö. 8. yüzyıl sıralarındaki motiflere kadar geri gittiği kanaatindedir. Zuev, Kök-Türk Kağan soyunun atlarına vurulan kuş şeklindeki damgayı bir totemik menkıbeye bağlar. Rudenko, bir şeklin basitleştirilmesi ve tahrifini, göçebelerin kullandığı sanat tekniklerinin de bir icabı sayar. Renkli keçelerin bir levha teşkili için birbirine eklenmesinde, halıcılıkta, tahta, veya maden sanatlarında, motifleri en karakteristik hatlarına ve geniş çizgilere irca (eski biçimine sokma, M.G.) ile basitleştirmek gerektiğine dikkati çeker. Her halde, basitleştirme ameliyyesi bir adım daha ileri giderse, kendi-kendine piktogram, ideogram ve daha sonra, fonogram mahiyetinde harf ortaya çıkıyordu. Hatta Aristov, Orkun ve Kiselev’e göre Kök-Türk fonogramları ve harfleri çok kadim devirlerde damgalardan gelişmişti.
İnançlar ve kozmoloji
ilk Eurasia göçebelerinin inançlar ve kozmoloji bakımından, yerleşik muhitlerle de kültür alışverişinde olduklarında şüphe yoktur. İlk Eurasia göçebeleri bulundukları yerleşik çevrelerden thematik, ikonografik (konu ve tasvirler ile ilgili) teknik, hatta bir az da stilistik (üslup ile ilgili) ilhamlar da alıyorlardı. Mesela, Çin’e yakın olanlar maden dökme sanatının (Kaşgari’nin tabiri ile “koyma” tekniğinin) Shang ve Chou muhitlerinde milattan önceki bin yıllarda bile gelişmiş bulunan inceliklerini; hayvan başı şeklinde kabzası bulunmakla tebarüz eden, yatağan gibi eğri kamaları (lev. V/b/11, 12), sapsız madeni aynaları öğreniyorlardı. Tezyinat ve ikonografi bakımından Çinliler, bugünkü Kuzey Çin’de yaşayan göçebeler ve bu meyanda Türklerin de katkısı ile, kâinatın mānāsını izaha çalışan bir kozmolojik sistem ve ideogram’lar (bir mefhum ifade eden şekiller) ile piktogram’lar icat etmişlerdi. Hatta kozmik tasavvurları, tek ve çift çizgiler ve noktalar gibi işaretler ile ifade eden, Çince’de kua, Türkçe’de ise “ırk” denen bir kriptografi (gizli yazı) bile geliştirilmişti. Başka başka mahlûkların āzālarından müteşekkil, tabiat dışı bir yapma tasavvur olan şekiller de düşünülmüştü. (“T’ao-t’ieh” denen, Çin’in kuzeyindeki göçebelerin savaş tanrısının kesik başını tasvir eden maske ile “K’uei” denen erken Çin ejderi gibi). Çin’de erken çağda, ekseri dört köşeli şekiller alan bu remzlerin hususiyetleri, belki yalnız üslûp bakımından, belki de mefhum niteliği ile, Doğuda yaşayan göçebeler arasında yaygın bulunuyordu.
Yakın Doğu sınırlarındaki Eurasia göçebeleri ise, Elam, Asur, Reyler devri Fars ve Yunan sanatlarının, tabiata yakın ve seyyal üslubunun cazibesini duyuyorlardı. Yakın Doğu’da, muhtelit (karışık, M.G.) āzālı, yapma şekiller bile, tabii uzuvlardan müteşekkil oluyordu. Karadeniz’in kuzey kıyılarında, Yunan-Skit sanatkârlarının maden yontma ve kalıp çakma tekniklerinde eriştikleri olgunluk, göçebe ustalara ilham veriyordu. Eurasia göçebelerinin, Doğuda Sarı Deniz’den, batıda Etil boyuna ve Akdeniz’e varan göçleri ile, uzak kutuplardaki Çin ve Yakın Doğu yerleşik medeniyetleri/birbirinin ayrı üsluplarından haberdar olabiliyorlardı.
İç Asya atlı çoban göçebelerine yukarıda kullanılan “yarı-göçebe” adının verilmesine başlıca sebep, bunların muayyen yazlık ve kışlık yerler arasında göç etmeleri ve türbe ile kaleler gibi yapılar inşa etmeleri idi. Yarı-göçebelerin yapılarının en basiti, otağın, yani ortasında ocak ve tepesinde baca (tügünük) vazifesini gören delikli bir kubbe olan çadırın “kerekü” taklidi idi. Otağın taklidi, ağaçtan ve balçıktan veya taştan olabiliyordu; köşeli veya yuvarlak planda bir mesnet üzerine kurulmuş bulunabiliyordu. Bunun yuvarlak planda olanına Türkçe “teğirmi tam” (değirmi yapı) deniyordu (lev. I d, XVII b ) . Balçık ile tahkim edilmiş otağ şeklinde ağaçtan yapıya da örülmüş dallardan müteşekkil otağa verilen “kerekü” adı teşmil ediliyordu. Bugünkü Altun-yış (Altay) Türkleri otağa benzeyen kütükten yapıya “yurt” demektedir. Modern arkeologların dilinde otağa benzeyen yapının adı “Türk odası”dır. Böylece otağ, taklidi oda ve her ikisinin merkezinde yer alan ocak arasındaki bağlar belirmektedir.
Soğuk iklimlerde tabii şekilde kullanılan ocak, İç Asya’da, boy timsali idi ve dīnī bir mānā da taşırdı. Doğuda, savaş tanrısı ibadeti ile ilgili bir mahiyet alan maden işçiliği ayinleri de, ocak başında yapılıyordu. Ocak tanrısı ve tanrıçasına kurban ve “saçığ” (sacı) ile “tokuk” (şarap dökmek) şeklinde hediyeler de arz ediliyordu. Ocağın etrafındaki mekānın kosmografik mānā alması, kubbenin göğe teşbihi, dört yön ve kapı eşiği tanrılarına tapılması gibi ādetler, Çin kaynaklarında, kadim Chou (M.Ö. 1059-249) devrine izafe edilir. (Chou’ların ekseri boylarının Türk olduğu Eberhard tarafından gösterilmiştir). Fakat otağa benzer yapılar bütün İç Asya’da yaygın idi. Erken Taş devrinde ve daha sonra, Aral gölünün batısından Sibirya’ya (lev. I/d) ve Orta Asya’ya, Geç Taş devrinden itibaren de henüz Çinlileşmemiş bulunan ve o devirde İç Asya göçebelerinin doğudaki vatanı olan bugünkü Kuzey Çin’e kadar (lev. XVH/b), otağa benzer yapılar mevcuttu…
Kuzeybatı Çin’deki Ti veya Tikler
Yazılı kayıtlarda milattan önceki binyıldaki Türkleri aramaya başlayınca bütün Eurasia’da, Doğu Avrupa’dan (Yayık ırmağı), Kuzey Çin’e kadar, Türkler ile ilgili rivayetler, tahminler ve hatta, Esik’teki gibi, Türkçe olabilecek yazılar ile karşılaşmaktayız. Tarihi devirde Türk olarak bilinen boylardan bazıları hakkında ise, M.Ö. 2 – miladi 3. yüzyıllara ait Çin kaynaklarında, bilgilere rastlanmaktadır. Bu boyların başlıcaları şunlardı : Çinlilerin “Ti” veya “Tik” dediği, Çin’in kuzeybatısında yaşayan ve Çinli olmayan boyların adı, de Groot’a göre, “Türk”ten muharref idi.
“Ti”lerin al rengi ile tavsif edilen bir kolundan indikleri Çin kaynaklarında rivayet olunan, Çinlilerin “Ting-ling” dediği boylar da, bugünkü araştırıcıların çoğu tarafından-Türk sayılmaktadır. “Ting-lingler”in ve onlarla yaşayan, tarihi devirde Türk olarak ortaya çıkan Kırgızların aslen Avrupalılardan olup sonradan Türkleştiği hakkında, bu yüzyıl başında ileri sürülen nazariye, halen ispat olunamamış bir iddia olarak tavsif edilmektedir.
Miladi 4. yüzyılda tarih sahnesine Türk boyları olarak giren, Çinlilerin “T’ie-le” ve “Kao-ch’e (yüksek tekerlekli kağnıların sahipleri) dediği boyları Çin tarihleri “Ting-lingler”in ahfadı olarak tanıtmaktadır.
“Ting-ling”, “T’ie-le” ve “Kao-ch’e”ler, Eurasia göçebe dünyasının Avrupa kısmında ve belki Skit’lerde de görülen bir gelenek üzere, çadırlarını kağnılar üstüne kurarak, göç ederler idi. Pruşek ve Hamilton “Ti” ve “Ting-ling” kağnıları üzerinde durmuştur. Pruşek’e göre Çin’de milattan önce mevcut iki tekerlekli ve şemsiyeli savaş kağnılarını da, Çinliler değil, “Ti” muhitinden gelen arabacılar kullanırdı. Demek ki belki “Ti”ler de, “Ting-ling” ve “T’ie-le” gibi, kagnılı boylardan idiler. Hamilton ise, “Ting-ling”lerin kağnılarının dört tekerlekli olup, tekerleklerinin de çok parmaklı bulunduğunu (lev. VlII/a) Çin kaynaklarından istihraç etmektedir.
Egami, “Kao-ch’e” adının Türkçe “Kanğlı”nın (Kağnı) karşılığı olabileceğini sanmaktadır. Pulleyblank ve Hamilton, “Ting-ling” adını, Türkçe tekerlek manasına gelen “Tıgrıg” veya “Tegr.eg” den muharref sanmaktadırlar. Prof. Masao-Mori’nin bildirdiğine göre Japon alimleri ise, muhtemelen “Ting-ling” adını ve muhakkak olarak “T’ie-le” ismini “Turuk” (Turk) den muharref addetmektedirler. Bazıları, Çince “T’ie-le” ismini tarihi Türk boylarından “Tolis”in adından muharref bilmektedir. Diğerleri “T’u-li”nin Tolis’ten muharref olup, Tolis’in “T’iele ” ile ilgisi olmadığını ileri sürmektedirler. Gumilev, “T’ie-le” adını bugünkü Altay Türklerinden Teleutler’in ismine bağlamaktadır. Bu fikir ihtilafı karşısında, biz “Ting-ling”-“T’ie-le”-“Kao-ch’e” boylarından, “Kagnılı ” adı altında bahsetmeyi uygun bulduk. “Kagnılı” boylar arasında yer alan veya almayan, fakat tarihi devirde Türk olarak ortaya çıkacak boylardan milattan önceki kaynaklarda adı geçen, başka başlıca boylar şunlar idi: Uygurlar; ala at yetiştiren ve belki Ala-yondlular ile karışık olan Basmıllar; Çinlilerin “K’iu-she” dediği ve Kıpçaklar olduğu sanılan boylar; Glauson’un Oğuzlar sandığı, Çinlilerin “Wu-huan” dediği boylar; Çinlilerin “Ken-kuan” gibi okunan bir ad verdiği ve asıl isimleri “Kırkun” olduğu sanılan eski Kırgızlar. Eski Kırgızlar ekseri “Ting-ling” boyları ile beraber yaşamakta idiler. Eski Kırgızlara “Hakas” dendiği hakkında da bir kayıt vardır. Kök-Türk kitabelerinde “Kenğeres” denen boyun aslen Türk veya sonradan Türkleşmiş bulunan ataları da Türklerle ilgili eski boylardan idiler. Milattan önceki İç Asya boylarından, Doğu Hunları (Hsiung-nular’ın) Türk olduğundan şüphe etmeyenler yanında, onları Türk saymayanlar ve sonradan Türkleştiklerini sananlar da mevcuttur.