Max Braun, parlak zekâsı, güçlü diplomatik yeteneği, tam bir poliglot olması (Almancadan başka mükemmel İtalyanca, Fransızca, Türkçe ve Rumence biliyordu) ve Türkiye’yi yakından tanıması itibarıyla, son derece önemli biri. Sovyet makamları karşısında verdiği ifadelerde kendisiyle ilgili bilgilerin eksiksiz olduğu anlaşılıyor.
Buna göre 1893 Bavyera doğumlu olan Obersleutnant (Yarbay), 1930-1934 Dresden’de askeri okulda taktik öğretmeni, 1934’te yurtdışına çıktı ve Türkiye’ye yerleşti, İstanbul’da Harp Akademisi’nde ders vermeye başladı. 1940-1944 arasında Bükreş’teki Alman Askeri Ataşeliğinde “Obersleutnant Gehilfe”. 1944’te Kızıl Ordu’ya esir düştü; 1951’de 25 yıl zorunlu çalışmaya mahkûm edildi. Ölüm tarihi bilinmiyor.[1] Öyle anlaşılıyor ki sorgusuna Moskova’da 6 Ocak 1947’de başlandı. Bu, daha ziyade giriş mahiyetinde bir sorguydu.[2] Aile bilgilerinden başka, Braun’un 1912’de orduya katıldığını, 1914’te teğmen rütbesiyle Münih Askeri Okulu’ndan mezun olduğunu öğreniyoruz. I. Dünya Savaşı boyunca Batı Cephesi’nde savaştı. Beş defa yaralandı, dört defa nişan aldı. Savaştan kurmay teğmen rütbesiyle çıktı. 1921-1923 arasında Münih’teki Genelkurmay Askeri Akademisi’nde öğrenim gördü. Bu sırada Hitler’in 1923’teki “Birahane Darbesi”nin bastırılmasında rol oynadı. (Braun’un bu ve sonraki ifadelerinde bu darbeyle ilgili de eşsiz bilgiler var.) 1925’te yüzbaşı oldu.1930-1934 arasında Dresden’de askeri okulda savaş tarihi ve taktik dersleri verdi. 1934 Nisan ayında binbaşı rütbesi aldı; aynı yıl Haziran ayında Hitler’in emriyle ordudan atıldı. Braun, fiziksel olarak tasfiye edilmeyip askerlikten ihracıyla yetinilmesini, Alman ordusunda tanıdığı etkili kimseler olmasına bağlıyor ve bunların isimlerini de veriyor. Bu kimselerin de telkiniyle Türkiye’ye taşındı. 1940 Mart ayına kadar İstanbul’da Harp Akademisi’nde öğretim üyesiydi. Dediğine göre, bu sırada Harp Akademisi’nde ders veren bir başka Alman olan General Mittelberger’in Alman Genelkurmayına başvurusu üzerine yarbaylığa terfi etti. O yıl, iddiasına bakılırsa Alman Kara Kuvvetleri komutanı Halder’in (aynı zamanda karısı tarafından akrabaydı) tavsiyesi üzerine Türkiye’den çağrıldı ve Bükreş’teki Alman askeri ataşesinin yardımcılığına atandı. “Türkiye meselesi II. Dünya Savaşı’nda Hitler için önemli ve büyük bir anlam ifade ediyordu; bu yüzden Türkiye’yi ve Türk ordusunu tanıyan biri olarak beni bu göreve atadı.” Romanya’nın 1944 Ağustos ayındaki kayıtsız şartsız teslimine kadar da bu görevi sürdürdü.
Braun, 18 Ocak 1947 tarihli sorgusunda,[3] Türkiye’de bulunduğu sürede zaman zaman Ankara’daki Alman askeri ataşesinin yardımcılığını yaptığını söyledi. Yakalandığı sırada yapılan aramada yanında bulunan, Türk, Sovyet ve başka orduların durumuyla ilgili belge ve fotoğraflardan Türk ordusuyla ilgili olanları bu dönem temin ettiğini ileri sürdü. Keza, dediğine göre, savaş bitince İstanbul’a dönüp eski işine devam etmek niyeti güttüğü için bütün bu belgeleri “bilimsel-eğitsel faaliyetinde” kullanmaya niyetliydi. Braun’un yanında öyle çok miktarda gizli belge ve bilgi vardı ki, doğrusu bunları açıklamakta zorlanıyordu; ancak Türkiye günlerinde Alman Genelkurmayından temin ettiğini ileri sürmesi dikkat çekicidir; bu, onun istihbarat faaliyeti yürüttüğünü açıkça gösteriyordu; yüksek ceza almasının temel nedeni budur. Bu belgelerden birini bilhassa anıyor. Buna göre 1944’te Bükreş’teyken, askeri ateşe, Berlin’den Türk ordusuyla ilgili çok gizli bir kitap almıştı; kitabın başlığı şöyleydi: “Kara Kuvvetleri Genelkurmayı, Yabancı Ordular Dairesi. West-IV, № 732/44”. Kitabın ekleri arasında Trakya ve Boğazlar haritaları da bulunuyordu. Kitap, Abwehr ve Ankara’daki askeri ataşenin raporlarından hazırlanmıştı; haritalar ise Türk Genelkurmayının Harp Akademisi’nde strateji derslerinde eğitim amaçlı kullandığı haritaya dayanıyordu. Braun, kendisi için ciddi, kapsamlı rehberler de hazırlamıştı; bunlar esas itibarıyla tank kıtaları ve Boğazlar ve Trakya’daki tahkimatlar ile ilgiliydi. Türkiye ile ilgili sayısız belge vardı; bunlar arasında mesela Türkiye’de iş yapan Alman tüccar ve uzmanlarıyla görüşmeler, hatta Türkiye üzerine çağdaş uluslararası literatürün sistematik bir incelemesi bile bulunuyordu.
Braun, Türkiye’de Harp Akademisi’nde öğretim görevlisi işi için referans olan isimler arasında, bir önceki mülakatta saydıklarını tekrar andı. Bunun yanı sıra, 1930*1932 yılları arasında yazdığı “Muharebede Tabur” adlı kitabın Türkçeye çevrildiğini ve askeri okullarda ders kitabı olarak okutulduğunu da söyledi. Türkiye’de ordu çevrelerinde kazandığı ünü ve Harp Akademisi’ndeki görevini, referansları kadar, bu kitaba da borçluydu. Nitekim yeni görevi, bizzat Fevzi Çakmak tarafından onaylanmıştı.
Braun, Harp Akademisi’nde haftada yaklaşık 20 saat ders verdiğini ve ayrıca pratik eğitimi için poligona da gittiğini söyledi. Bundan başka 3. sınıflarla “her yaz Türkiye’nin muhtelif bölgelerinde, esas itibarıyla dağlık alanlarda, taktik tatbikat ve yürüyüşler de yapılıyordu.” 1939 Kasım ayında, “Birahane Darbesi” günlerinde karşı durmuş olmasının Nazi çetesinin en tepesinde doğurduğu nefrete rağmen, Ankara’daki Alman askeri ataşesinin yardımcılığına atanması ise, ancak Berlin’de doğurduğu güvene bağlanabilir. Atama haberini Harp Akademisi’nin diğer Alman personeli ile birlikte Berlin’e çağrıldığında almıştı. Dediğine göre 1939’da Türkiye-Britanya dostluk anlaşmasının imzalanmasıyla Türkiye ve Almanya arasındaki karşılıklı ilişkiler belirgin şekilde kötüleşmişti ve Hitler de Türkiye’deki uzmanları bu nedenle çağırmıştı. Keza, bu döneme kadar Ankara’daki Alman askeri ataşesi Rode, aynı zamanda İran’dan da sorumluydu, yardımcısı yoktu, üstelik hava ataşesi de yoktu. Çok geçmeden Rode, İran’daki görevinden alındı, Ankara’da da yanına iki yardımcı verildi, ayrıca bir hava ataşesi gönderildi.
Bununla birlikte, dediğine göre, Türkiye Hükümeti, Türkiye’yi çok iyi biliyor olmasından ve bu bilgilerini istihbarat faaliyetleri için yürütebileceğinden ötürü, Braun’un ataşe yardımcılığına kesinkes karşı çıktı. Von Papen ve Rode, durumu Hitler’e bildirdiler; faşist şef ise Braun’un atamasına Türk makamlarından muhakkak rıza koparmalarını isteyen bir talimat gönderdi.
Ne var ki von Papen’in bütün çabasına rağmen Ankara hükümeti rıza göstermedi. Buna rağmen Braun, Türk yetkililer onu Almanya’nın resmi temsilcisi olarak kabul etmeseler de, 1939 Mart ayına kadar askeri ataşenin yardımcısı olarak çalıştı. Ankara’nın inadına sonunda Berlin de boyun eğmiş olacak ki, Braun o ay Bükreş’e atandı.
Braun’un Türkiye’deki faaliyetlerine dair söyledikleri son derece önemlidir:
“1939 Aralık veya 1940 Ocak ayında askeri ataşe Rode, Alman ordusu Genelkurmayından, Berlin’de hazırlanmış olan, İran ve Irak’ın petrol bölgelerinin işgali planını aldı. Bu plana dair benim de görüş belirtmem gerekiyordu. Genelkurmay Rode’ye aynı zamanda, Türkiye’deki askeri stratejik ve sınai hedeflerin niteliklerini, bunların havadan bombardıman edilmesinin ne suretle daha iyi gerçekleşebileceğini göstererek ortaya sermesi görevini de verdi. General Rode’nin görevlendirmesiyle, Alman ordusu Genelkurmayı için bu çok gizli iki belgeyi şahsen ben hazırladım. …
“Alman ordusu Genelkurmayı tarafından hazırlanan, İran ve Irak’ın petrol bölgelerinin işgali planı, Hitler’in Almanya tarafından bütün Yakın ve Orta Doğu’nun ve keza Hindistan’ın fethedilmesine yönelik büyük planının bir parçasını teşkil ediyordu. Hitler’in tasarılarına göre bu plan öncelikle Sovyet Kafkaslarının işgalini öngörüyordu ve iki varyantı vardı:
“Eğer Türkiye, Almanya’nın tarafına katılırsa, bu halde Türk ve Alman kıtalarının İran ve Irak’a ortak taarruzu öngörülüyordu.
“Eğer Türkiye, Almanya’nın tarafında katılmayı kabul etmezse, bu halde ilkin SSCB sınırında Türk ordusunu ezmek ve daha sonra da Türklerin desteği olmaksızın taarruza devam etmek öngörülüyordu. Planın hayata geçmesi için tank ve motorize tümenlerin de olduğu 9 Alman tümeninin hazırlanması öneriliyor, keza hava desteği de öngörülüyordu. Gösterilen kıtalar, Kafkas dağ geçitlerinden üç kol halinde Türkiye sınırına ilerleyeceklerdi.”[4]
Braun, planı esas itibarıyla uygulanamaz buldu; birincisi, teknik olarak 9 tümen, ister Kafkaslar üzerinden Türkiye’nin istila edilmesinde, isterse de Ankara hükümeti ile anlaşmalı olarak Türkiye üzerinden geçiş senaryosunda yeterli değildi, hava desteği çok az öngörülmüştü, ikinci durumda dahi Türkiye’de yol ve ikmal şartları çok zorlu olduğundan Almanların önce yol yapımına girişmesi, sefer esnasında da geride güçlü bir ikmal hattı kurması gerekecekti.
Braun, bundan başka, Alman Genelkurmayının Türkiye’ye Balkanlar üzerinden taarruz planı hazırladığını da biliyordu. Bunu, 1941 baharında, Bükreş ataşe yardımcısıyken, Sofya yakınlarındaki Alman ordugâhını ziyareti esnasında Feldmareşal List’ten öğrenmişti (1930’lardan beri tanıdığı List, Braun’un önünü açanlar listesindeydi).[5] List, kendisini güçlü bir Türkiye uzmanı sayıyordu. List’in Braun’dan görüşlerini istediği (onun da verdiği) bu planın ayrıntılarına girmeyeceğim; ancak Edirne’nin güneyinden yıldırım harekâtıyla eş zamanlı olarak doğuda Çatalca’ya, güneyde de Gelibolu’ya harekât öngörüldüğünü söylemek gerek. Braun’a göre bu sırada Bulgaristan cephesinde Almanların kalkışa hazır 200 uçağı bulunuyordu; Braun bunun da üç katına çıkarılması gerektiği görüşündeydi. Neticede: “Öyle sanıyorum ki Almanya’nın 1941 Haziran ayında SSCB’ye saldırısıyla ilişkili olarak, … Alman kıtalarının Türkiye’yi işgal planları gerçekleşmedi.”[6]
Bir sonraki soru, “SSCB’ye yönelik Türkiye-Almanya ortak planlarının varlığı hakkında ne biliyorsunuz?”
Bence Braun’un sorgusunun en can alıcı yerlerinden biri burasıdır. Uzun bir alıntı yapmaya değer:
“Yukarıda da ifade ettiğim gibi, İran ve Irak’ın petrol bölgelerinin Alman ordusu tarafından işgali planının Genelkurmaydan alınmasıyla … General Rode’ye bu planı Türk Genelkurmayı ile birlikte somutlaması ve rıza almasını önerdim. Kendisi bu konuda von Papen ile görüştü, ama bildiğim kadarıyla Türkler bu planı hiç onaylamadılar.
“Benim ayrılmamdan sonra Türk ve Alman Genelkurmayları tarafından SSCB’ye yönelik ortak planlar hazırlanıp hazırlanmadığını bilmiyorum. Hitler’in siyaseti esasen, Türkiye’yi Almanya’nın yanında savaşmaya zorlamaktı; ama bundan emin değildi. Bu yüzden aynı zamanda, Almanya ile ittifaka girmeyecek olursa Türkiye’nin ezilmesi planları da hazırlanıyordu.
“Türkiye de Sovyetler Birliği ile savaşa hazırlanıyordu ama yaptığı planlarla ilgili hiçbir şey bilmiyorum. Bu duruma, Türklerin II. Dünya Savaşı’nın başlamasına daha uzun zaman varken SSCB sınırında azimle güçlü bir savunma tahkimatı inşa etmesi şahitlik eder; bunu ben, Türkiye’deki keşif gezilerimi gerçekleştirirken şahsen gördüm.
“Bundan başka, Türk ordusunun eski yöneticileri, Mareşal Çakmak, Korgeneral Gündüz[7] ve diğer yetkililer, SSCB’ye karşı askeri düşmanca tutumlarını benimle gayrı resmi görüşmelerinde ve keza Akademi’deki konuşmalarında ifade etmişlerdir. Bunlar, Rusya’nın Türkiye’nin en temel düşmanı olduğunu vurguluyorlardı. Ancak SSCB’nin askeri gücünden korkarak, Türklerin Ruslara karşı, ancak Britanya ve Almanya arasındaki mücadelenin sonucu belli olduktan sonra ve bu ülkelerden muzaffer olanı SSCB’ye karşı mücadeleye atılınca savaşması gerektiğini ifade ediyorlardı ki, buna kesinlikle kaniydiler.
“Şunu da belirtmeli ki, Türk kurmay heyeti ve Türkiye’nin hükümet çevrelerinde, Britanya ve Almanya arasında manevra yapma siyaseti, bu güçler arasından hangisinin muzaffer çıkacağını bekleme siyaseti karakteristiktir. Dahası bunlardan bir kısmı, Çakmak, Gündüz ve diğerleri kendilerini Almanya’ya göre konumlandırırken Omurtak, Orbay ve diğerleri gibi başkaları ise Britanya’ya göre konumlandırırlar.[8] Türkiye’nin 1939’da Britanya, 1941’de Almanya, 1944’te de tekrar Britanya ile dostluk anlaşması imzalaması, bu siyasete şahitlik eder. Türkiye siyasetinde Britanya tarafına dönüşle ilişkili olarak Almancılar, Silahlı Kuvvetler Başkumandanı Mareşal Çakmak ve onun yardımcısı General Gündüz emekliye sevk edilmişler, ordunun yönetici mevkilerine ise Britanya yanlısı Omurtak ve Orbay getirilmişlerdir.”[9]
Öyle anlaşılıyor ki, Braun, Çakmak’ı çok yakından tanıyordu ve güvenini de kazanmıştı; bu sayede Çakmak, Feldmareşal vom Blomberg ile özel bir protokol imza ettikten sonra, Baum’u Türkiye’ye karşı casusluk yapmaması şartıyla Harp Akademisi’ndeki işine almıştı. Ancak, tahmin edilebileceği gibi, bu protokol daha ilk günlerden itibaren ihlal edilmişti. Braun’un kaynakları arasında İtalyan, Rumen, Yugoslav, Macar askeri ataşeleri ile Alman jeoloji profesörü Müller ile veteriner fakültesi profesörü Steiner ve coğrafya profesörü Louis de vardı. Louis, büyük ihtimal DTCF’de Coğrafya Enstitüsü’nün kuruluşuna katkıda bulunan Herbert Louis’dir; Profesör Louis, 1935’te göreve başlamış, 1943’te de ayrılmıştı.[10] Müller’le ilgili bilgi bulamadım. Steiner, Rudolf Steiner olmalıdır; 1934-1940 arasında Ankara Yüksek Ziraat Enstitüsü’nde ders vermişti.[11]
Braun daha sonra, 1939’da Türkiye’nin Britanya ile dostluk anlaşmasının arkasından iki ülke yetkilileri arasında nasıl sıkı ilişkiler başladığını anlattı. Stratejik havaalanları ve yollar şimdi Britanyalılar tarafından kontrol ediliyordu; daha önce sınai tesislerde ve inşaatlarda uzman olarak çalışan Almanlar kovulmuş ve yerlerine Britanyalılar yerleştirilmişti. Ayrıca yeni yol ve havaalanı inşaatlarına da başlanmıştı. Ankara-Musul ve Ankara-İran demiryolları bu sayede hızla tamamlanmıştı. Britanyalı uzmanlar ayrıca Türkiye’yi İran, Irak ve Suriye ile bağlayan, keza İskenderun limanına krom cevheri taşınmasına olanak veren karayolları da yapmışlardı. Bu sayede Britanya’ya krom ihracı artmış, Almanya’ya yapılan ihraç ise azalmıştı; von Papen buna karşı nota vermişti. Britanya ayrıca ordu için benzin de sağlıyordu.
Braun’un sorgu tutanaklarından başka, el yazısıyla verdiği ifadeler de var. 20 Ocak tarihli, “Türkiye’nin İç ve Dış Siyaseti, Diğer Devletlerle İlişkileri ve Onların Etkisi” başlıklı, epeyce uzun ifade metni bunlardan biri.[12]
Açıkçası, sadece 6 yıl kadar yaşadığı bir ülkedeki siyasi gelişmelere bu derece vakıf olmak, şüphe götürmeyecek kadar yüksek bir siyasi sezgi ve yeteneği gerektirir.
Braun’un ifadesi, “Büyük önder Kemal Atatürk, iç ve dış siyasette şu davranış çizgisini izledi,” sözleriyle başlıyor ve gözlemlerini özetlemeye girişiyor. Bu gözlemler, bugünden bakıldığında genellikle şüphe götürmez; ancak bir savaş esirinin, çok yakın bir tarihe dair değerlendirmelerindeki isabet takdire şayandır. Öyle sanıyorum ki kimileri bunları “Nazilerin görüşü” diye, kimileri de “bir Sovyet savaş esirinin Sovyetlere yaranma girişimi” diye damgalamak isteyeceklerdir; ancak her ikisi de, bence büyük bir yanılgı olur, zira Braun’un önceki ve sonraki bütün ifadeleri yan yana konulduğunda, Nazilere çalıştığı için duyduğu pişmanlıktan ötürü samimiyetinden şüphe edilemez; üstelik bu ifadelerde Sovyetlere yaranma çabası da görülmez. Dolayısıyla, burada ifade edilen görüşler, bu sırada 3 yılı geçen savaş esirliği süresince bir tür hesaplaşmanın ürünüdür.
Braun’a göre Atatürk’ün izlediği çizgi şudur:
“Harap olmuş ülkeye iyileşme imkânı sağlayacak bir barışın korunması; bütün büyük güçlerle karşılıklı iyi ilişkiler; ama hiçbirine hususi bir yakınlık göstermeme; yabancılara verilen bütün imtiyazların kaldırılması ve sadece varlığı Türkiye için hayati ihtiyaç olanların kabul edilmesi; (Hatay-Aleksandretta hariç) Türkiye topraklarının genişletilmesi girişimlerinden uzak durulması; bilhassa ticaret ve sanayi sahasında Türkiye’nin avantajlı, büyük güçler arasında Türkiye’nin yararına belli bir rekabete yol açan coğrafi konumunun kullanılması (“Yakın Doğu’nun İsviçre’si”); İtalya’nın İzmir ve Kilikya bölgesine yönelik gayrı meşru taleplerine karşı ısrarlı mücadele.
“Yönetim biçimi cumhuriyet, ama sadece tek bir partinin (“Halk Partisi”) muhafaza edilmesi; devlet başkanının katı yönetimi; basının katı bir şekilde sansür edilmesi; saltanat rejimiyle ilişikli bütün etkili kimselerin tasfiye edilmesi; halka aralıksız şekilde, bütün sahalarda başarı kazanmak ve ‘Boğazlardaki hasta adam’ şeklindeki uluslararası lakapta ifadesini bulan rezaletin temizlenmesi için ısrarla çalışması çağrısı.
“Yetenekli gençlerin bilhassa teknoloji, sanayileşme ve ziraat sahasında yüksek öğrenim alması için yurtdışına gönderilmesi; son derece köklü ve halkı karanlık ve cehalet içinde tutan İslami ruhbanın yok edilmesi.
“Bütün sahalarda (kıyafet, alfabe, kadın hakları, dilin ıslahı, vb.) Avrupa örneğine göre reformlar; ordunun tam bir askeri disipline dayanacak ancak (saltanat döneminde olumsuz bir rol oynayan) siyasetin dışında olacak şekilde yeniden tesisi; istikrarlı bir para birimi; memurlar arasında yolsuzlukla mücadele; halk kuvvetinin taşıyıcısı olarak diğer kesimlere kıyasla köylü kesimine daha fazla himaye sağlanması; tehlikeli milli azınlıkların, bilhassa Ermenilerin ve Kürtlerin bastırılması yahut en azından faaliyetlerinin kararlı şekilde paralize edilmesi.
“Kemal Atatürk’ün bu programı tamamlamak için çok şey yaptığını kabul etmek gerek. Ama başarıların yanı sıra pek çok başarısızlık da yaşadı ki, bunların ilk sırasında, gelişmeye fazlasıyla hızlı başlayan sanayileşme sahası gelir. Halk, öncelikle de köylülük, üretilen kalitede malları kullanacak durumda değildi. Mesela, Anadolu köylülüğünün nesine gerek çimento? Köylünün evi çamurdan yapılmıştır ve başka bir şeye de ihtiyacı yoktur. Modaya uygun pabuçlarla ne yapsın? Onun sandalet-pabuçları koyun ya da keçi derisindendir. Cam kap kacağı ne yapsın? Onun kap kacağı ağaçtan oymadır.
“Diğer taraftan sanayi kendi ürünlerini ihraç da edemiyordu çünkü güçlü Avrupa devleriyle rekabet edecek durumda değildi.
“Kemal Atatürk ağır hastaydı (alkolizmden ötürü karaciğer hastalığı çekiyordu) ve kendi ölümünü görüyordu, bu yüzden çok acele ediyordu. Ölümüne kadar çözmek istediği en önemli şeylerden biri de Hatay … problemiydi. Mevzu, orada, Suriye-Fransız idaresi altında aslında hiç de kötü yaşamayan Türklerin ‘kurtarılması’ idi. Ancak mücadele esasen, askeri [önemi] olduğu gibi krom ihracı da yapılan liman içindi. ‘Kurtuluş’ sadece dünya için bir reklamdı.
“Kemal Atatürk, başbakanı İsmet İnönü’yü bu istikamette kararlı adımlar atması için devamlı zorluyordu. İnönü ise meseleye görüşmelerle yaklaşıyordu. Hitler, Ren bölgesine habersiz girince bu, Kemal Atatürk için bir sinyal oldu. Uçağa bindi, Türkiye-Suriye sınırındaki tümene gitti, teyakkuza geçirdi ve Hatay’ın fethini, büyük güçleri, öncelikle de Britanya ve Fransa’yı bir oldubittiyle karşı karşıya bırakmak için şahsen kendi yürüttü.
“İsmet İnönü bunu son anda öğrendi, Atatürk’ün arkasından uçakla oraya gitti, ona hemen sınırda ulaştı ve harekâtı durdurdu. Atatürk’ü, Hatay’ı barışçıl görüşmeler yoluyla alacağına ve Türkiye’nin, Almanya örneğine uygun her tür şiddet eyleminden kaçınması gerektiğine ikna etti.
“Kemal Atatürk artık o eski ‘delifişek’ değildi, ölüm başının üzerinde dolaşıyordu; böylece, İsmet İnönü’den bu meselenin en kısa zamanda çözülmesini isteyerek geri çekildi. Ama İnönü, kendisine tanınan sürede bu problemi çözemedi ve bu da, diğer ihtilafların yanı sıra, uzaklaştırılmasının başlıca sebebiydi. İnönü’nün görevden ayrılmasından birkaç ay sonra Hatay Türkiye’ye katıldı. Bu, söz konusu meselede Fransızlara baskı yapan Britanyalıların hediyesiydi (Britanyalılar, kendilerine ait olmayan şeyleri keyifle hediye ederler).
“İtalya ile düşmanlık özel bir dikkati hak eder. 1914-1918 barış anlaşmasının gizli bir ekinde, İtalya’ya İzmir ve hintergroundu ile birlikte güneybatı Türkiye’nin bir bölümü vaat edilmişti. Bu, Türkiye için bölgenin en verimli ve değerli kısmıdır. Türkiye’nin bu bölgesi olmazsa kendi başına yaşayamayacak tek bir ada kalır. Ben, bu bölgenin İtalyanlara ait diye gösterildiği bir İtalyan okul kitabını gözlerimle gördüm. İtalyanların ‘Mare Nostre’ siyaseti hiçbir engel tanımıyordu ve İtalya’ya ait olan ’12 Adalar’ın, Mussolini’nin arzusuyla Asya kıtasına genişletilmesi gerekiyordu. Bu gayet anlaşılır sebepten ötürü Türklerin bir numaralı düşmanı İtalya idi. Türklerin (Nazizm’e kadar) Almanlara beslediği büyük sempati ise, öncelikle, Almanya’nın İtalya ile ittifak imzalaması yüzünden heder olmuştu. Bunu Türkiye’deki pek çok Türk’ten yeterince açık bir şekilde çok defa işitmişimdir.
“Bir defasında Harp Akademisi’nin komutanıyla, 1939’da Polonya ile savaş başladığı sırada sohbetimiz olmuştu. General aşağı yukarı şöyle demişti: ‘Türkiye’nin de savaşa girmesi mümkündür; o zaman hükümetimiz, savaşa hangi tarafta gireceğine karar vermeden önce on ikiye beş kalayı bekleyecek. Yani bu sırada savaşı kimin kazanacağı apaçık olmalı. Türkiye 80 senedir bütün savaşları kaybetti ve yeterinden de çok kurban verdi. Bir savaş kazanmasının zamanı geldi.” Bu düşünceyi, İsmet İnönü de dahil, Türkiye’nin bütün yetkili kişilerinin düşüncesi sayıyorum.
“İş arkadaşım, dostum ve tercümanım Germiyanoğlu ile, cumhuriyet biçimi Türkiye devletinin anayasa problemini tartışmıştık; buna göre sadece bir parti mevcut. Ben, bu biçimin cumhuriyetten ziyade diktatörlük olduğunu çünkü hiçbir yurttaşın, Halk Partisi’nin adayı dışında kimseyi seçemeyeceğini söyledim.
“Germiyanoğlu da benimle hemfikirdi ama bunun, bütün yurtseverlerin görüşüne göre en makul çözüm olduğunu söyledi, çünkü nüfusun dörtte üçünü fakir köylüler ve çobanlar teşkil ediyordu ve bunların da hiçbir siyasi fikri yoktu. Bunların önce okuma yazmayı öğrenmeleri gerek, o zaman meselenin tam şuurunda olarak cumhuriyet devletinden beklendiği şekilde oy kullanmalarına izin verilebilir. Türkiye’de tek bir partinin mevcut olması, ülkeye, ayaklanmaya karşı zaruri olan huzuru garanti ediyor. Belki ülkede başka bir parti de bulunması arzusu güden az sayıdaki yurttaşlar ve aydınlar, boyun eğmeli. Kemal Atatürk halkını çok iyi tanıyordu ve doğru çizgiyi bulmuştu.
“Kemal Atatürk’ün selefi İsmet İnönü, halefi kadar büyük değildi. Ülkede gelişkin bir sanayi proletaryası bulunmuyor. Ülkede, Çarlık zamanında Rusya’da olduğu gibi, kulaklar ve toprak ağaları tarafından sömürülen mujikler de bulunmuyor. Kısacası, Türkiye köylüsü, fakirliğine rağmen bir kraldır, hür bir efendidir; kendisini ailesinde, arkadaşlarının, keçi ve koyunların arasında çok iyi hissediyor.
“Vergiler çok yüksek ve fakirliğin zenginliğe dönüşememesine katkıda bulunuyor. Ama vergiler saltanat devrinde de daha az değildi. Halk Partisi kültür seviyesini yükseltmek için elinden geleni yapıyor. Her şehirde, hatta büyük köylerde bile, Halk Partisi tarafından örgütlenen, halkın kültürünü yükseltmek için kitapların bulunduğu, tartışmaların yapıldığı vb. evler bulunuyor.
“Parlamentoya giren Halk Partisi milletvekilleri hükümetin etkisi altında seçiliyorlar. Bunlar arasında çok sayıda eski asker (subay) var. Bunlar, hükümete çok uygun çünkü kültürleri gereği itaate alışkınlar.
“Köylerde bile genel okuma yazma eğitimi yürütmek için önemli miktarda eğitimci kadrosuna ihtiyaç vardı; Bunların hazırlanmasının ise kısa bir zaman aralığında tamamlanması gerekiyordu. Atatürk bu bağlamda, zamanında Büyük Friedrich’in Almanya’da tuttuğu yola başvurdu. Birkaç senedir orduda hizmet eden iyi astsubayları topladı ve bunları köy okullarına gönderdi. Bu, iyi neticeler verdi. Ama bu arada kalifiye bir eğitimci kadrosu da tedricen arttı.
“İsmet İnönü, 1938’i 1939’a bağlayan yılbaşı konuşmasını Britanya İmparatorluğu’na yönelik yaptı. Bu konuşma büyük bir sansasyon oldu, zira İngilizce yapılmıştı. Bu konuşmada kısaca, İngiliz tacına ve İngiliz halkına yeni yılda mutluluklar diliyordu. Bu konuşmayla gelecekteki siyasetinin nasıl olacağını göstermişti. Britanya yolunda gitmeye hazırdı, çünkü bir Türk yurtseveri olarak, bunun Türkiye için en iyisi olduğunu düşünüyordu. Türkiye’deki Britanya elçisi, İsmet İnönü’yü, parlak İngilizcesinden ötürü kutladı.
“Eğer Kemal Atatürk o gün mezarından kalkabilseydi, benim görüşüme göre İsmet İnönü’ye şöyle derdi: ‘Ey eski silah arkadaşım! Türk halkının kanına ve canına mal olabilecek büyük bir hata yapıyorsun, çünkü Britanya’ya fazla yakın duruyorsun. Aynı zamanda, hemen kapında her zaman olduğundan çok daha güçlü ve kudretli duran Rusya’dan da uzaklaşıyorsun. Britanyalıların Yakın Doğu’daki menfaatleri Ruslarınkiyle çatışır; Britanyalılar son Mehmetçiği de kendi menfaatleri için savaşa sürmekte tereddüt etmezler. Bu iki dev arasındaki savaşın sahnesi de kolaylıkla Türkiye toprakları olabilir. Türk atasözünü hatırla: Atla katır tepişir, olan eşeğe olur.’ [Braun atasözünü Almanca nasıl yazdı bilmiyorum; ancak Rusçaya biraz farklı çevrilmiş; ifadenin resmi çevirisinde şöyle geçiyor: “At çifte atar, katır çifte atar, arada eşek ölür.”]”[13]
Braun’un el yazısı ifadesinin ikinci bölümü, “Türkiye-Rusya ilişkileri” başlığını taşıyor. Bu bölüme, Türkiye’nin (yanlış hatırlayarak) 1923’te, aslında Sovyetler Birliği’ne ait olan Erzurum ve Kars’ı kendisine bağlamasından ötürü, şimdi Sovyetler Birliği bir dünya gücüyken “dehşetli bir korku” hissettiğini söyleyerek başlıyor.
“Bu sebepten, Türkiye Hükümeti, Sovyetler Birliği’ni kızdırmamak için, sınırın öbür tarafında Türki diller konuşan bütün milliyetleri birleştirme hedefi güden ‘Turancı hareketi sert bir şekilde yasaklamıştı. Rus korkusu, İsmet İnönü’nün kendisini bütünüyle Britanyalıların kollarına terk etmesinin de başlıca nedeniydi. Buna, Rus komünizmi hakkındaki yanlış düşünceleri de eklemek gerekir. Rus komünisti güya “yoz”, kana susamış, zalim bir hayvandır; duvarlarda böyle propaganda edilir.
“Eğitimli bir Türk’ün Sovyetler Birliği hakkındaki görüşü şu düşüncelere dayanır: ‘Rusya ile savaş korkunç olur ama onunla mutabakat da korkunç olur, zira bizimle Rusya arasında bir mutabakat hâkim olursa Rusya komünizmi ülkemize barışçıl yollarla sokar. Kısacası, Rusya’dan uzak durun!’
“Türkiye’nin kuzeydoğu bölgesinin Rusya için önemine gelince, şunu söylemek mümkündür: az bereketli bir bölge, fosil yakıtlar az, yerleşim seyrek, çoğunlukla geçit vermez dağlarla örtülü. Bu suretle, bu bölgenin saf maddi getirisi önemsiz. Ama stratejik bakımdan tamamen başka bir durumda bulunuyor. Karadeniz ve Hazar Denizi arasındaki toprakları stratejik manada ‘boğaz’ olarak nitelemek mümkündür. Bu ‘boğaz’, geçit vermez Kafkas dağlarıyla daha da daralır. Şu anki Rus sınırı bu ‘boğaz’ın içinden geçmektedir. Hareket serbestliği kazanmak ve ‘boğaz’dan çıkmak için, diğer tarafta yani ‘boğaz’ın önünde, bugünkü Türkiye topraklarında bulunacak bir ‘köprübaşı tahkimatı’ yahut bir ‘önsaha’ zaruridir. Bu önsaha, aşağı yukarı Trabzon-Erzincan-Urmiya Gölü hattına kadar varan bölgedir. Buna bir de, etnik ve tarihi durumun yarattığı problem eklenir. Bu topraklar eskiden Ermenistan’a aitti. Ermeni halkı, Rusya’nın bir bileşenidir. Asırlar boyunca kendisine ait olan bu toprakları talep etmeye hakkı vardır. Ama 1920’den sonra sistematik olarak yok edilmelerinin, sürülmelerinin, yeniden iskân edilmelerinin yahut göçe zorlanmalarının suçlusu kendileri değildir. Bu bağlamda, çok zengin bir petrol devi, Musul petrolü hisselerinin sahibi olan Ermeni Gülbenkyan’ın 1914-1918 savaşının sonunda devasa servetini kullanarak bağımsız Ermenistan’ı yeniden kurmak girişiminde bulunmuş olması da ilgi çekicidir. O, bu planını gerçekleştirmek için Britanya ve Fransa’yı kendi tarafına çekmeye çalışmıştı. Ama Britanya reddetti. Türkiye ve Pers’ten başka ileride nasıl gelişeceği bilinmeyen bir üçüncü ülkenin daha petrol bölgelerinin komşusu olmasını arzu etmedi. Ermeni meselesi, Türkiye ve Rusya arasında daima bir ihtilaf olacaktır.”
Yarbay Braun, bunun arkasından “Türkiye’nin İran, Arabistan, Bulgaristan, Romanya, Afganistan ve Kürtlerle İlişkileri”ne geçiyor. Braun her ne kadar Bavyeralı olsa da, şaşırtıcı bir Prusya soğukkanlılığı ve objektif tarih bilgisiyle (ama elbette çağının, yaşamının ve siyasi inançlarının doğurduğu peşin hükümler çerçevesinde) yakın tarihin olaylarını değerlendiriyor. Bunları çevirmeyeceğim; ancak bu bölümün sonunda 1927 Van ayaklanmasına dair sözleri, nakletmeye değer:
“Tahminen 1927’de çıkan ‘Kürt isyanı’ Türkler tarafından, bu hürriyetine düşkün, sükûnet bilmez ve Türklere düşman olan halkı ‘bastırmak’ için provoke edildi. Van gölü bölgesindeki Kürt köyleri hava bombardımanlarıyla yok edildi. Kürtlerin Türklerle mücadele edecek hiçbir şeyi yoktu. Irak’taki Britanyalılardan az miktarda silah aldıkları doğrudur ama bu tamamen yetersizdi. Hayatta kalan Kürtlerin bir bölümü Türkiye’nin batı bölgesinde yeniden iskân edildi, bir kısmı ülke dışına kaçtılar, az bir kısmı da onlara itimat ederek Kürtlerin ülkesinde kaldılar.
“Bugün için Türkiye’nin Türklere düşman halkları, Ermenileri ve Kürtleri tasfiye etme planının başarılı olduğunu kabul etmek gerek. Ama buna rağmen yeryüzünün bir yerinde bir Kürt ya da Ermeni yaşadığı sürece o her zaman Türkiye’ye karşı mücadele edecektir.”[14]
Bu ilginç sözler, öyle sanıyorum ki, Braun’un Harp Akademisi’nde tanıştığı subaylardan, Genelkurmay’daki generallerden edindiği izlenime dayanıyor; bir başka deyişle, kendisi Kürtler yahut Ermenilerle hiç teşrif-i mesaide bulunmamış olan Braun, aslında Türkiye’nin askeri yöneticilerinin tutumunu, Kürtler ve Ermenilerle ilgili düşüncelerini ele veriyor.
Braun’un “Yabancı Nüfuzu” başlıklı bölümde anlattığına göre Türkiye, daha Atatürk’ün yönetiminden başlayarak Britanya ve Almanya arasında bir mücadele alanıydı:
“Britanya’nın bütün dünyada değer gören parası, İngiliz sterlini vardı. Parasıyla basına ve kamuoyuna baskıda bulunuyor, memurları (öncelikle karılarına değerli hediyeler vermek yoluyla) satın alıyordu. Britanya’nın bundan başka petrolü de vardı; bu, Türkiye için hayati önem taşıyan bir üründür. Britanya’nın arkasında bütün gücüyle Britanya İmparatorluğu vardı, Britanya’nın arkasında ABD de vardı.
“Almanya’nın ise, yurtdışında dilencinin bile almak istemediği, tamamen değersiz markı vardı, ama Almanya, kliring yardımıyla, Türkiye’nin ihraç ettiği ve Britanya’nın ihtiyacı olmayan bütün mamulleri (orman ürünleri, düşük kalite tütün, kürk, zeytinyağı, vb.) satın alıyor ve Türkiye’ye buna karşılık taşıtlar, her türden teknik araç gereç, tıbbi gereç, kısacası Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu her şeyi temin ediyordu.”
Braun, her iki gücün de Türkiye’yi kendi tarafında savaşa katmak için elinden geleni yaptıklarını anlatıyor. Bununla birlikte, Britanya propagandasıyla karşılaştırırken, Göbels propagandasının “yarardan çok zarar getirdiğini” de ileri sürüyor. Gerçi von Papen ile Knatchbull[15] arasındaki bilek güreşi berabere bitmiştir; ama Stalingrad sonrası Almanların sonunun geldiğinin apaçık görülmesi, Britanya muhiplerinin zaferine yol açmıştır.
Ne var ki bu bölüm de, özetle geçiştirilemeyecek kadar önemlidir. Bu bölümde ifade edilen şeyler, Türkiye’nin savaş sonrası tutumuyla ilgili çok somut ipuçları verir. Ancak çeviriye girişmeden önce şunu bir kez daha hatırlatmakta fayda var: 20 Ocak 1947 tarihli bu ifadeyi verdiği sırada Braun 4 senedir Sovyet esirliğinde bulunuyordu; dolayısıyla 1945’in gelişmelerinden somut bilgi sahibi olması neredeyse kesinlikle mümkün değildir; Sovyetler Birliği ile Türkiye arasındaki gerilimi, en çok, Rusça bilen ve radyo haberlerine kulak kabartmayı başaran başka savaş esirleri varsa, onların aktardıkları kadarıyla bilebilir.
“İngiltere yanlısı tutum elbette ansızın ortaya çıkmamıştı. İsmet İnönü, Alman yanlısı kalenin taşlarını birbiri ardınca sökmüştü. Papen, sökülen taşlardan kimilerini geri yerleştirmeyi başarmıştı. Alman yanlısı bir siyasetin en büyük taraftarı Mareşal Çakmak ve onun yardımcısı, kurmay başkanı [Genelkurmay II. Başkanı] Asım Gündüz idi. Papen’in parlamentoda da kendisine sadık milletvekilleri vardı; bunlar daha önce Türk subayları olarak kendisiyle birlikte Kudüs Cephesi’nde savaşmışlardı (Papen bir Genelkurmay subayı iken). Ama İsmet İnönü’nün en iyi yardımcısı, Almanya’nın gitgide kötüleşen askeri durumuydu. Dünyadaki en iyi büyükelçi bile, ülkesinin ordusu ezildiyse, nihayetinde güçsüzdür.
“Britanya ile Almanya arasında Türkiye’nin siyasi arenasındaki mücadelenin iki önemli perdesini anmak gerek. 1942’de İngiltere tarafından Türkiye Hükümeti’ne, Afrika’daki askeri mıntıkaya, burada Britanya-ABD komutanlığı ve ordusu hakkında kendilerine enteresan gelecek malumatı toplamak ve Afrika’daki muharebelerin gidişatını şahsen gözlemlemek için eski subay kadrosundan bir heyet göndermesi teklif edildi.
“Benzer bir teklif, Almanya’nın Türkiye’deki askeri ataşesinden de alınmıştı. Alman cephesine [Braun herhalde doğu cephesine demek istiyor] gönderilen heyet 2 subaydan oluşuyordu: bu sırada Ankara’daki Askeri Yargıtay başkanı olan, Harp Akademisi eski komutanı Orgeneral Fuad Erden ve emekli general Erkilet (Erkilet, Türkiye’nin en ünlü askeri yazarıdır; en büyük Türk gazetesi olan ‘Cumhuriyet’te günlük olarak savaşın gidişatıyla ilgili yazılar yazıyordu). Afrika’ya gönderilen grubun bileşimini bilmiyorum. Ama çok daha kalabalıktı ve Genelkurmay’dan subaylar da bulunuyordu.
“Fuad’ın grubu 1942 yazında yola çıktı ve ilkin Bükreş’e geldi; burada kendilerine ben çevirmen ve rehber olarak verildim. Arabayla, bu sırada Askaniya-Nova’da olan (Mareşal von Manstein) ordunun kurmay başkanlığına doğru yola çıktık. Burada bize, tahminen bir haftalık bir program önerildi. Bir dizi etkinlik arasında Perekop Boğazı’ndaki Alman tümenlerini de ziyaret ettik; bunlardan biri cephenin bu mıntıkasında muharebeler yürütüyordu. Bundan başka, cephenin bu mıntıkasında muharebeler yürüten ünlü Yüzbaşı Gollob’un[16] müfrezesini de ziyaret ettik. Aynı gün, Almanların yakın bir zamanda ele geçirdiği ‘Tatar mili’ tahkimatlarını da teftiş ettik. Havaalanında da General Fuad, en iyi Alman pilotu Albay Mölders[17] ile buluştu ve sohbet etti.
“Bükreş’e geri uçakla döndük. Her iki general de buradan Hitler’in karargâhına davet edildiler; benim yerimi de Genelkurmaydan Albay von Pritvitz aldı, zira Hitler, benim bulunmamı istemiyordu. Hitler, karargâhında, askeri durumla ilgili şahsen bir rapor sundu ve sonra misafirleri Bükreş’e, oradan da ülkelerine bıraktılar.
“Benim Harp Akademisi’ndeki eski komutanım ve iyi bir yazar olan Fuad, izlenimlerini benimle açıkça paylaştı; bunlar bütün olarak olumluydu, ama kimi olumsuz noktalar da vardı. Örneğin cephe gerisinde stratejik rezervler görmemişti. Otomobilde ve uçaktaki gün boyu süren yolculuklarında cephe gerisinde tek bir büyük kıta görmemişti. … Perekop’taki muharebelere katılan birlikler biraz yorgun görünüyorlardı. Bu husustaki sorusuna karşılık piyadeler uzun aylardır dinlenmedikleri cevabını vermişlerdi.
“Albay Mölders, Alman avcı uçaklarının her gün daha yorucu geçen muharebeler vermesi gerektiğini, zira Rus avcı uçaklarının yeni tip olduğunu ve onların da çok şey öğrendiklerini anlatmıştı.
“Fuad, yüksek Alman kıtalarının (tümenler, kolordular, ordular, ordu grupları) komutasından mest olmuştu; bu kıtaların komuta merkezlerinde birkaç saat bulunmak suretiyle çalışmalarını gözlemlemek fırsatı bulmuştu.
“Hitler’in raporuna gelince, Fuad takriben şöyle demişti: ‘Çok iyi, açık ve enerjik bir rapordu. Bitirdikten sonra Führer ile benim ilgimi çeken bazı başlıklarda görüşünü duymak için kimi noktaları tartışmak istedim (Fuad olumsuz yanları kastediyordu), ama ne yazık ki bu mümkün olmadı. Führer bana konuşma imkânı vermedi, makineli tüfek gibi aralıksız konuşuyordu; beni de kapıya kadar geçirdi.’
“Fuad döndükten sonra Mareşal Çakmak’a aşağı yukarı burada ortaya konulan şekilde bir rapor sundu. Erkilet de ‘Cumhuriyet’te, hepsi de Alman yanlısı, sadece kimi yerlerde görülen şeylere dair eleştirileri ihtiva eden bir dizi makale yazdı. Ankara’daki Alman ataşesi, Afrika’ya gönderilen heyetin izlenimleriyle ilgili de bilgilendirdi. Bu konuda bana, Bükreş’teki Türk askeri ataşesi de anlattı.
“Bu anlatılanlara göre, Türk heyeti, pek çok olumlu şeyin yanı sıra yetersizlikler de görmüştü. Türkler, öncelikle, Britanya komutanlığının, Alman yüksek komutanı Rommel ile, bilhassa disiplin, inisiyatif ve beklenmedik kararlar hususunda karşılaştırılamayacağı, Alman birliklerinin Britanya ve Amerikan birliklerinden daha ustaca savaştıkları izlenimi edinmişlerdi. Ama Britanya ve Amerikalıların motorize kıtaları, tanktan bisiklete varıncaya kadar, Almanlarınkinden çok daha iyiydi ve çöle de daha uygundu.
“Eğen yukarıda söylenenleri genelleştirmek gerekirse, Stalingrad’a kadar Türklerin gözünde Almanların düşmanlarından daha iyi göründüğünü söylemek mümkündür. Gene bu yüzden, Mareşal Çakmak bir süre Alman yanlısı bir tutum almıştı.
“ABD, Türkiye’den binlerce kilometre uzaktır ama buna rağmen Türkiye’ye ateşli bir ilgi besler. Bu nasıl mümkün olabilir? Musul’a ve İran Körfezi’ne akan ‘sıvı altın’ bu soruya bir cevap veriyor. ABD, dünyanın her yerinde petrol arıyor ve Irak ve İran’a da büyük bir önem veriyor. Bu manada, Britanya’nın ortağıdır. ABD’nin en enteresan planlarından biri, okyanus üzerinden, Orta Afrika üzerinden Mısır’a büyük, stratejik bir hava hattı kurmaktır. Bu plan günümüzde gerçekleşmiştir ve daha da ilerleyecektir. Bu plan, Yakın Doğu’da Britanya-ABD işbirliğinden başka ne anlam taşıyabilir?
“Fransa, Türkiye üzerinde etkide bulunmak için aktif bir faaliyet göstermiyordu, ama buna rağmen etkisi çok büyüktür. Kültürlü Türklerin büyük bölümü evlerinde Fransızca konuşurlar ve Fransız kültürüne uyum sağlamışlardır. İstanbul, İzmir, Bursa gibi büyük şehirlerdeki ticari girişimlerde ve mağazalarda İngilizce ve Almanca olduğundan çok daha fazla ve daha iyi şekilde Fransızca konuşulur. Pek çok Fransızca kelime de Türkçeye girmiştir. Türkiye’nin en büyük gazetesi ‘Cumhuriyet’in 10—15 bin kadar tirajı vardır. Ama gazete sadece Türkçe değil Fransızca da çıkar ve talep de çoktur.
“Türkiye’nin 1939’da Türkiye ile ilk anlaşmayı yapması, Almanya için büyük bir darbeydi. Nazi yöneticiler o zaman Türkiye’ye karşı ekonomik ambargo istediler. Bunlar, lokomotif, tıbbi araç gereç, elektrikli eşya, motor vb. şeylerde eksiklik yaşarlarsa büyük bir sıkıntıya düşeceği görüşündeydiler. Bu ambargo kısmen uygulandı. Bu, tıpkı Britanya’nın Habeşistan Savaşı sırasında İtalya’ya karşı başvurduğu ekonomik ambargo gibi, Türkiye’ye hemen hiç zarar vermeden geçti. Bundan şu ders çıkar ki, günümüzde uluslararası ticarete yönelik bir tedbir pek az anlam taşımaktadır. Ambargo yoluyla zarar verilmek istenen bir ülke, kurbanlar vererek de olsa başka kaynaklar ve çıkış yolları bulmaktadır.
“Türkiye’ye yabancı etkileri üzerine konuşurken propaganda sahasında çok büyük bir rol oynayan radyoyu bir kenara bırakmamak gerekir. Berlin radyo istasyonu, Türkiye için özel yayın yapıyordu; bunlar günlük olarak, Yüksek Komutanlığın açıklamalarını, diğer haberleri ve akla gelebilecek her mevzuda kısa haberler veriyorlardı. Yayınları Türk milliyetinden kimseler yürütüyordu. Almanya, başka ülkelerden, bilhassa da Romanya’dan, aynı şekilde Türkçe yayınlar yapmasını istemişti. Benim görüşüme göre bu propaganda büyük başarılar sağlamamıştır. Nüfusun büyük bölümünün radyo dinleme imkânına sahip olduğu Almanya örneğinde Almanların algısı bütünüyle yanlış bir şekilde inşa edilmiştir. Ama Türkiye’de yaklaşık 100.000 radyo alıcısı vardır ve bunlardan da ancak pek azı, Alman radyo istasyonlarını dinleyebilir.
“‘Beşinci kol’ sorusuna dair. Almanya’nın Fransa’da ‘beşinci kol’ faaliyetlerinden çok iyi sonuçlar sağladığını söylerler. Türkiye’de ise yasadışı propaganda alanı çok sınırlıdır, zira çobanlar ve köylüler bu iş için çok uygunsuz objelerdir. Buna karşılık Türkiye’de, nüfusun seyrekliğini dikkate alarak, sabotaj faaliyetleri başarılı olabilir. Mesela Tarsus demiryolundaki veya Ankara—Erzurum hattındaki batı-doğu demiryolunda tek bir tünele zarar vermek başarılırsa, askeri harekât bu durumdan son derece kötü etkilenebilir. Türkiye’de bir ‘beşinci kol’ kurmak için, Türklerden nefret eden, yerel âdetleri ve dili iyi bilen kuvvetler, esas itibariyle de Ermeniler ve, Kemal Atatürk’ten başlayarak Türkler tarafından ağır baskıya maruz kalan Kürtler mevcuttur.”[18]
Son sorudaki belirsizlik, okurun dikkatini çekmiştir. Sovyet istihbaratı bu soruyu, belki de kendi örgütlemek istediği olası beşinci kol ve sabotaj faaliyetleri için mi soruyor, yoksa Almanların Türkiye’ye yönelik bu yönde girişimleri olup olmadığını anlamak için mi? Braun bunu birincisi gibi anlamış görünüyor; ancak sorgucunun belki de idam edilecek birinden kendi siyasi hedefleri için tavsiye istemesi pek mantıklı değil. Daha ziyade, Almanların görüş açısına göre Türkiye’de iktidarın zayıf yönlerini kavrama çabası gibi görünüyor.
Braun’un yazılı ifadesinin bir sonraki başlığı, “Türk Silahlı Kuvvetleri”. Okuduğunuz çalışmanın kapsamında ancak bir detay teşkil eden bu konu üzerinde durmayacağım. Bununla birlikte altını çizmek gerek ki, bu bölümler, özgül bir çalışma için çok büyük önem taşıyor. Sadece 1930’ların sonlarında TSK’nin teşkilat ve silah gücünün Nazilerin gözünde bir değerlendirmesi olduğundan değil, daha önemlisi, bu son derece objektif ve analitik bir değerlendirme olduğu için.
Yeri gelmişken, Erden ile Braun arasında yakın bir ilişki vardı. Braun’un Harp Akademisi komutanından ön ismiyle söz etmesi de buna işaret eder. Dahası, Sovyet belgeleri arasında Erden’in Braun’a yolladığı 26 Temmuz 1941 tarihli özel bir mektup da dikkat çeker. Almanlarla ilişkileri muhipliğin çok ötesine geçen Erden “Paşa” şöyle yazıyor:
“Değerli Herr Yarbay! 20 Temmuz 1941 tarihli Bükreş mahreçli nazik mektubunuzu aldım. Herr Yarbay, bu mektupta yeni Almanya-Türkiye Dostluk Paktı vesilesiyle mutluluğunuzu ifade ediyorsunuz. İçten duygularınızdan ve dostça dileklerinizden ötürü size çok müteşekkirim.
“Gelişkin ve çağdaş askeri motorlarla karşılaştığımız her defasında Harp Akademimizdeki değerli derslerinizden ve raporlarınızdan ötürü sizi devamlı anıyoruz.
“Harp Akademisi Ankara’ya taşındı. Akademi şimdi, eski Yıldız şatosu [sarayı] yerine iyi, çağdaş bir kışlada. Akademimizde eğitim faaliyetinize devam etmek arzunuzdan ötürü çok memnunum. Ama ne yazık ki şu anda akademiye uzmanlar davet edilmiyor.
“Herr Yarbaş, size Harp Akademisi’ndeki bütün öğrenciler ve öğretmenlerle birlikte en iyi dileklerimi sunarım.
“İçten selamlarla. Orgeneral, Harp Akademisi Komutanı
“Fuad Erden.”[19]
Demek ki Braun bu sırada, belki de savaşı Almanların kazanacağı umuduyla, ileride Harp Akademisi’nde ders vermeye devam etmeyi planlıyordu.
Ancak yukarıda naklettiğim 20 Ocak tarihli ifadede, dikkat çekmek istediğim son derece önemli bir ayrıntı daha var. Erkilet ve Erden’in başını çektiği bu heyetin Kırım’a 1941 güzünde vardığı bilinir. Erkilet, “Şark Cephesinde Gördüklerim” adlı, 1943 tarihli eşsiz Nazi propagandasında da bu tarihi verir. Heyet, 15 Ekim 1941’de Bükreş’te askeri ataşe Kenan Kocatürk’ü de alarak Kırım’a doğru yola çıkmıştı. Bu sırada yanlarında Max Braun da bulunuyordu.[20] Ama bu, 1941 güzüydü, 1942 yazı değil! 1942 yazında ise, Alman 11. Ordu’sundan Albay Richard von Werder’in ifadesine göre tamamen başka bir ziyaret yapılmıştı; bu defa Berlin üzerinden başında Sarper’in bulunduğu bir heyet gelmişti. Belki de Braun, her ne kadar eşlik etmediyse bile şüphesiz bilgi sahibi olduğu 1942 tarihli bu ikinci heyetle 1941 tarihli ilkini karıştırıyordu.
Şimdilik bunun altını çizmekle yetiriyorum; daha sonra etraflıca üzerinde duracağım.
Braun 20 Şubat 1947’de[21] tekrar sorgulandı; 5 Mart,[22] 6 Mart[23] ve 10 Eylül’de[24] de yazılı ifadeler verdi. Ancak bunlarda Türkiye konusu hemen hiç geçmiyor. 21 Kasım 1947 tarihli ifadesi ise önemli, zira burada şu kişiler hakkında kişisel gözlemlerini yazıyor: Erkilet, Yalçın (Hüseyin Cahit), Omurtak, Sarper (Selim), Atay (Falih Rıfkı), Papa XII. Pius, Almanya eski başbakanı Brüning (Heinrich), Vorwärts yazıişleri müdürü Stampfer (Friedrich). Diğerlerine dokunmadan, sadece bizi ilgilendirenlere bakalım. Bu bölümlerin tam bir çevirisi gerekecek:
“1. Emekli General Erkilet, Türk savaş yazarı ve ‘Cumhuriyet’ gazetesi çalışanı (hükümet destekçisi, en büyük ve etkili Türk gazetesi). Almanya’nın davetiyle, Türk heyetlerinin üyesi olarak Doğu Cephesi’ni iki defa ziyaret etti. Bu ziyaretlerden birinde rehber ve tercümandım (ifademe bakın). Benim tanıdığım bütün Türk generalleri gibi o da Sovyetler Birliği’nin düşmanı. Bu, onun çok sayıdaki askeri yazısından ve ayrıca benimle yaptığı sohbetlerden çıkıyor. Almanya’nın Türkiye’deki askeri ataşesi General Rode’yi iyi tanırdı. Erkilet Almancayı iyi konuşur. Askeri-siyasi makalelerini Türk Genelkurmayının etkisi altında yazıyordu; bunu kendisiyle şahsi sohbetlerden ve Harp Akademisi’nde öğrenim görenlerin ve ders verenlerin anlattıklarından öğrendim.
“2. Yalçın; Türk gazetesi ‘Tanin’in yazıişleri müdürü. Tanin gazetesi talidir. Türk Genelkurmayının subayları arasında, ‘Tanin’in Britanyalılardan para aldığı ve Britanya etkisi altında bulunduğu konuşulurdu. Eğer yanılmıyorsam, Yalçın, Britanya donanmasını ziyaret davetiyesi alan bir grup gazeteci arasındadır. Aşağı yukarı 1938’de, İstanbul’daki ‘Halkevi’nde (Türkiye’nin tek partisi ve aynı zamanda hükümet partisi olan Halk Partisi’nin halk eğitim evi) Yalçın, benim de dinlediğim bir rapor sundu. Yalçın rapor esnasında komünizm ve bilhassa da Sovyetler Birliği hakkında olumsuz ifadelerde bulundu. Ama bununla birlikte nazizme karşı da militan bir tutum aldı, öyle ki bu sırada bende, Yalçın’ın Britanya’ya meylettiği, İsmet İnönü … çizgisinin taraftarı olduğu izlenimi hasıl oldu.
“3. General Omurkat. O ve tanıdığım diğer Türk generalleri hakkında ifade vermiştim. Vermiş bulunduğum malumata ilave olarak Omurkat hakkında şunları ekleyebilirim:
“Omurkat, İsmet İnönü tarafından çağrılmış ve Türk ordusunun başına konulmuştur. İsmet İnönü, Alman yanlısı Mareşal Çakmak’a karşı başarılı bir zafer kazandıktan sonra etrafına İngiliz yanlılarını topladı; [o sırada] korgeneral olan Omurkat 1937 veya 1938’de İstanbul’daki Harp Akademisi’ni bir defa ziyaret etmişti. Bu vesileyle Türk Genelkurmay subayları ve Akademi’nin içlerinde Alman öğretmenler de olan öğretim kadrosunun bulunduğu bir ortamda, Akademi’de müfredat malzemesi olarak ele alınan strateji konuları hakkında konuştu. Bu vesileyle, daha sonra Türk dostlarımın anlattığına göre, Türkiye’nin kuzeydoğusunda ülkenin savunma meselelerinin unutulmaması gerektiğine işaret etti, zira ‘bu meseleler, batı, güneybatı ve güney meselelerinden daha önemli olabilir.’ Omurtak, bildiğim kadarıyla, askerliği sırasında uzun süre Rusya-Türkiye sınır bölgesinde görev yaptı ve bu yüzden de Türkiye’nin Rusya’ya karşı piyade savunması meselelerinde başlıca uzman sayılabilir.
“4. Sarper. Soyadını doğru yazıp yazmadığımdan emin değilim. Halk Partisi üyesi, Millet Meclisi’nin önde gelen üyelerinden, çok nüfuzlu, müteveffa devlet başkanı Kemal Atatürk ile yakın ve dostça ilişkiler içinde bulunuyordu ve General Rode’nin bana dediğine göre İsmet İnönü’nün de varisi.[25] Türk gazetelerinde sık sık, Meclis’teki milletvekillerinin muhtelif konulardaki konuşmalarını okumam gerekirdi. Bu vesileyle, kendisiyle resmi bir ortamda tanışma imkânı bulduğum Sarper’in sık sık komünistlerin çabalarına karşı şoven bir ruhla ifadelerde bulunduğuna dikkat ettim. Bu vesileyle bende, kendisinin, Türkiye sınırlarının dışında yaşayan bütün Türki kabileleri birleştirmek hedefini güden turancı akımın gizli bir taraftarı olduğu izlenimi hasıl oldu. Ama Sarper, hükümetin dış siyasetteki temkinliliği sebebiyle resmi olarak reddettiği bu çizginin yöneticileri arasında değildi.
“5. Atai yahut Altai; ‘Ulus’ gazetesi yazıişleri müdürü. Yalçın gibi tanınmış değil ama gene de etkili. Bilhassa İsmet İnönü’ye yönelik saygısı hususunda yurtsever ve sadık makaleler yazıyordu, öyle ki buna bakarak, hükümetin ve partinin takip ettiği Britanya çizgisinin savunucusu olduğu sonucuna varılabilir.”[26]
Braun ile görüşmelerin ne sıklıkla devam ettiğini bilmiyoruz. Ancak yayınlanan belgelere göre bir sonraki el yazısı ifadesini 23 Aralık 1947’de[27] vermiş; sonra 20 Nisan 1950’de[28] ve arkasından 5 Mayıs 1950’de[29] sorgu yapılmış. Bu, artık mahkemeye hazırlanıldığını gösteriyor; zira sorgularda, Nazi partisiyle ilişkileri ve Sovyetler Birliği’ne yönelik tutumu üzerine, önceki ifadelerinde görülen boşlukların üzerine gidiliyor. Bilhassa son sorgu tutanağı, özellikle 1920’li yıllarda güney Almanya’da siyasi ortam ve Nazilerin yükselişiyle ilgili ilgi çekici detaylar içerse de, Türkiye ile ilgili bir şey yok.
Yayınlanan belgelere giren bir sonraki sorgu tutanağı ise 2 Şubat 1951 tarihli.[30] Sovyet görevlileri muhtemelen Braun’un Türkiye ile ilgili ifadelerinden şüphe etmiyorlardı; bunlar Alman arşivlerinden ve diğer subayların ifadelerinden doğrulanmış olmalı. Ancak ilgilerinin şimdi esas itibariyle, sosyalist blok üyeleri arasına katılan Romanya’daki eski Nazi faaliyetlerine kaydığı anlaşılıyor. Bundan sonraki 22 Eylül 1951,[31] 10 Ekim 1951[32] ve 11 Ekim 1951[33] sorgu tutanakları da aynı çerçevede.
İfadeler, böylece sona eriyor.
Max Braun hakkında daha sonrasına dair hiçbir bilgi bulamamış olmama bakılırsa, Almanya’ya dönmeyi başaramadığını kabul edebiliriz. 1951’de zaten 58 yaşında olduğunu da hatırda tutmalıyız. Rumen yetkililer tarafından 2 Eylül 1944’te Sovyet askeri komutanlığına nakledilmiş, oradan da Moskova’ya gönderilmişti. Altı sene savaş esirleri arasında kaldıktan sonra 30 Temmuz 1951’de resmi olarak tutuklandı. Devlet Güvenlik Bakanlığı tarafından 17 Kasım 1951’de 25 sene hapis cezasına çarptırıldı. 30 Ağustos 1952’de yaptığı “af yahut ceza indirimi” başvurusu 8 Ekim 1952’de reddedildi.[34] Bu gerçekten acıklı mektupta, 60 yaşında olduğunu, şimdi serbest bırakılsa “ekmeğini çalışarak kazanabileceğini,” ama hapiste tutulursa “hayatının geri kalanını hiçbir işe yaramadan geçireceğini” yazıyordu. Braun, Sovyet kanunlarına göre değil, uluslararası “Kontrol Kanunu 10”a göre mahkûm edilmişti; oysa: “Eski düşman devletler Amerika, Britanya, Fransa, Kontrol Kanunu 10’a göre mahkûm edilen bütün suçluları affetmiş bulunuyorlar.” Braun hakkında bulunulan iade-i itibar talebi 17 Şubat 2001’de, askeri savcılık tarafından reddedildi. Askeri savcı A. G. Kudryavtsev imzasını taşıyan bu kararda, suçlunun ön soruşturma esnasında suçunu eksiksiz itiraf ettiği belirterek şöyle deniyor: “… Braun ifadesinde, Wehrmacht subayı olmak cihetiyle ve aynı zamanda diplomatik faaliyette bulunduğundan, Türkiye ve Romanya’da iken, bu devletlerin bütün askeri ve siyasi potansiyelini … Almanya’nın saldırgan siyasetini hayata geçirmek için kullanmaya yönelik bir çalışma yürüttüğünü belirtti. Keza, ‘bu faaliyetiyle Romanya’nın Almanya tarafına çekilmesine ve silahlı kuvvetlerinin ve ekonomisinin Sovyetler Birliği’ne karşı Hitlerci saldırganlığın hazırlık ve gerçekleştirilmesi amaçlarına uygun kullanılmasına katkıda bulunduğunu’ açıkladı. Braun bu bağlamda, ifadelerini birçok defa kendi eliyle yazarak sundu.”[35]
Braun’un ifadeleri, en başta söylediğim gibi, öncelikle keskin zekâsına ve güçlü siyasi sezgilerine tanıklık ediyor. Ta 1920’li yılların başlarından beri Nazilerin yükselişine tanıklık etmiş, “Birahane Darbesi”nin bastırılmasına bizzat katılmış biri olarak Braun, Alman ordusunun faşistleşmesini de kendi şahsında adeta cisimleştiriyor.
Braun’un Türkiye’deki rejimle ilgili gözlemlerini şu başlıklarda toplamak mümkün:
(1) Atatürk’ün ölümünden sonra İnönü, önceki dönemin dış siyasetinden vazgeçerek açıkça Britanya yanlısı bir siyaset gütmeye başladı. Bunun nedenleri üzerinde ayrıca duracağım; ancak Braun’un, Türkiye’de bütün üst düzey komutanların Sovyet düşmanı olduklarına dikkat çektiğinin de altını çizmeliyim. Demek ki Atatürk’ün herkese eşit mesafede olmak ilkesi, aslında büyük ölçüde onun kişisel itibarı sayesinde uygulanıyordu; gerçekte iktidarın tepesindeki herkesin davranışlarını Sovyet düşmanlığı (Rus düşmanlığı ile antikomünizm iç içe geçmiştir) tayin ediyordu.
(2) Belki de Atatürk’ün ölümünün doğurduğu siyasi boşluk, Alman muhiplerinin Türkiye’deki etkisinde güçlü bir tırmanışa yol açtı. Öyle görünüyor ki bunun temel nedeni, Atatürk’ün büyük güçlere eşit mesafede kalma siyasetini Britanya yanlısı İnönü’nün terk etmesiydi.
(3) Bu siyasetin ortak zeminini Sovyet düşmanlığı teşkil ediyordu; bu durum Ankara hükümetini Sovyetler Birliği’ne karşı faşist Almanya ile de yakınlaştırdı. Nitekim bilhassa Saracoğlu hükümeti, tamamen Alman yanlısı bir siyaset izleyecekti.
(4) Bununla birlikte İnönü’nün siyasi tercihi her zaman Britanya’dan yana olmuştu; bu yüzden öyle görünüyor ki Stalingrad’dan sonra Alman muhiplerinin tasfiyesi planlarını ele aldı; bu sağlamcı İnönü, bu tasfiyeleri ancak 1943 sonundan itibaren hayata geçirdi.
Ben, Braun’un görüşlerini genel hatlarıyla paylaşıyorum; bununla birlikte, Türkiye’nin yeni sömürgeleşme sürecinin mukaddimesini teşkil eden bu dönemin diğer gelişmeleri üzerinde durmayı sürdüreceğim.
Hazal Yalın. Çoğunluğu klasik Rus edebiyatından kırktan fazla çevirisi var. Aralarında Tolstoy, Dostoyevski, Saltıkov-Şçedrin, Gogol, Turgenyev, Puşkin, Zamyatin, Kuprin, Gonçarov, Leskov, Grin, Zoşçenko, Strugatski Kardeşler gibi yazarların bulunduğu çeviriler, Kırmızı Kedi, Kitap, İthaki, Helikopter, Remzi gibi yayınevlerinde yayınlanıyor. Güncel makaleleri genellikle Yakın Doğu Haber’de (ydh.com.tr) yayınlanıyor. @Hazal_Yalin
Dipnotlar
[1]Verhört: Die Befragungen Deutscher Generale Und Offiziere Durch Die Sowjetischen Geheimdienste 1945-1952 / Hrsg. M. Uhl, V. S. Christoforow, V. G. Makarow. Berlin: Walter de Gruyter. S. 289. Bu, aşağıda alıntılar yapacağım şu çalışmanın Almanca çevirisi: Вермахт на советско-германском фронте. Следственные и судебные материалы из архивных уголовных дел немецких военнопленных 1944-1952. М.: Книжница.
[2]Генералы и офцеры Вермахта рассказывают… Документы из следственных дел немецких военнопленных 1944-1951. М.: МФД. С. 177–82.
[3]Там же. С. 182–91.
[4]Там же. С. 185.
[5] Braun’un 5 Mart 1947 tarihli el yazısı ifadesine göre List bundan bir süre önce Bükreş’e gelmiş ve burada Yunanistan’ın işgal planları çerçevesinde Türkiye’nin durumunu da ele almışlardı. Там же. С. 213.
[6]Там же. С. 188.
[7]Asım Gündüz (1880—1970); orgeneraldi; Braun rütbesini yanlış hatırlıyor. 1929’dan itibaren Genelkurmay II. Başkanı; 1 Aralık 1943’te Yüksek Askeri Şura üyeliğine atandı, 3 Ağustos 1945’te yaş haddinden emekli edildi. 1945’te CHP’den, 1950’de DP’den Kütahya milletvekili. Fevzi Çakmak (1876—1950); 1921’den itibaren (bu makamın aldığı farklı isimlerle birlikte) Genelkurmay başkanı. 12 Ocak 1944’te yaş haddinden emekli edildi. 1946 seçimlerinde DP listesinden İstanbul bağımsız milletvekili seçildi; ancak Bayar’ın “Devr-ı sabık yaratmayacağız,” demecinin ardından Bölükbaşı ile birlikte istifa ederek Millet Partisi’ni kurdular.
[8]Salih Omurtak (1889—1954); 1940’tan itibaren orgeneral. 29 Temmuz 1946 — 8 Haziran 1949 arasında Genelkurmay Başkanı. 6 Temmuz 1950’de Yüksek Askeri Şura üyesiyken kendi isteğiyle emekliye ayrıldı. Kâzım Orbay (1886—1964); 1935’ten itibaren orgeneral. 12 Ocak 1944’te Genelkurmay Başkanlığına atandı. 23 Temmuz 1946’da ünlü ve esrarengiz Ankara cinayeti ile istifa etti. Tahmin edilebileceği gibi, DP’ye katılmadığı gibi 1961’de Kurucu Meclis Başkanlığı da yaptı.
[9]Генералы и офцеры Вермахта рассказывают… Документы из следственных дел немецких военнопленных 1944-1951. Указ. соч. С. 188–89.
[10]Özçağlar A. Türkiye’de Coğrafya Literatürünün Gelişmesinde Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Coğrafya Bölümü’nün Rolü ve Önemi // Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi. 2020. vol. 18, no. 35. P. 216.
[11]Etker Ş. Rudolf Stetter’in Ankara Y.Z.E. Veteriner Fakültesi Farmakoloji ve İspençiyari ders kılavuzları // Osmanlı Bilimi Araştırmaları. 2011. vol. 12, no. 2. P. 111–12.
[12]Генералы и офцеры Вермахта рассказывают… Документы из следственных дел немецких военнопленных 1944-1951. Указ. соч. С. 191–211.
[13]Там же. С. 191–94.
[14]Там же. С. 196.
[15] Hughe Montgomery Knatchbull-Hugessen (1886—1971); 1939—1944 Arasında Britanya’nın Ankara büyükelçisi.
[16]Gordon Mac Gollob (1912—1987); Avusturyalı pilot. Savaşın en ünlü pilotlarından biriydi; toplam 340 muharebe uçuşuna katıldı, bunların 150’sini (144’ü Doğu Cephesi’nde) kazandı.
[17] Werner Mölders (1913—1941). Alman işgalindeki Kırım’da uçak kazasında öldü.
[18]Генералы и офцеры Вермахта рассказывают… Документы из следственных дел немецких военнопленных 1944-1951. Указ. соч. С. 198–200.
[19]Вермахт на советско-германском фронте. Следственные и судебные материалы из архивных уголовных дел немецких военнопленных 1944-1952. Указ. соч. С. 141.
[20]Марковчин В.В. В судорожных поисках союзников: Гитлер и Турция // Журнал российских и восточноевропейских исторических исследований. 2019. т. 18, № 3. С. 110.
[21]Вермахт на советско-германском фронте. Следственные и судебные материалы из архивных уголовных дел немецких военнопленных 1944-1952. Указ. соч. С. 142–56.
[22]Генералы и офцеры Вермахта рассказывают… Документы из следственных дел немецких военнопленных 1944-1951. Указ. соч. С. 212–14.
[23]Там же. С. 214–17.
[24]Там же. С. 217–20.
[25] Selim Sarper’in (1899—1968) Atatürkile çokyakınilişkileriçindebulunduğuiddiası abartılı duruyor. Bununla birlikte İnönü’nün varisi gibi gösterildiği doğrudur. Bu yıllarda basın ve yayın genel müdürüydü ve bu sıfatıyla da zaten çok etkiliydi. Sonraki yıllarda oynadığı rol, buna tanıklık eder. Sadece 1945’de Moskova Büyükelçisi sıfatıyla Molotov görüşmelerinde değil, bu görüşmelerin yabancı temsilciliklere yansımasında, 1950’lerin başından itibaren NATO ilişkilerinde, 1960’dan sonra Gürsel ve İnönü hükümetlerinde oynadığı Amerikancı role kadar, yakın tarihin en önemli simalarından biridir.
[26]Генералы и офцеры Вермахта рассказывают… Документы из следственных дел немецких военнопленных 1944-1951. Указ. соч. С. 221–22.
[27]Вермахт на советско-германском фронте. Следственные и судебные материалы из архивных уголовных дел немецких военнопленных 1944-1952. Указ. соч. С. 156–57.
[28]Там же. С. 157–61.
[29]Генералы и офцеры Вермахта рассказывают… Документы из следственных дел немецких военнопленных 1944-1951. Указ. соч. С. 223–30.
[30]Там же. С. 230–32.
[31]Там же. С. 233–34.
[32]Там же. С. 234–35.
[33]Там же. С. 235–38.
[34]Вермахт на советско-германском фронте. Следственные и судебные материалы из архивных уголовных дел немецких военнопленных 1944-1952. Указ. соч. С. 161–62; Там же. С. 163–64.
[35]Вермахт на советско-германском фронте. Следственные и судебные материалы из архивных уголовных дел немецких военнопленных 1944-1952. Указ. соч. С. 164–66.