Yoğun bakım biriminde çalıştığım yıllarda dilime doladığım bir laf vardı, “Azrail tembelin teki” diyordum.
Durumu çok ağır olan, çoktan öldü gözüyle baktığımız kişiler ölemez, çeke çeke günlerce sürünürlerdi de sonra bir gün onların öldüğü saatlerde hiç de ölmeyecek durumdaki başka hastalar da arka arkaya hayatını kaybederdi. “Tembel Azrail, gelmedi gelmedi gelince de bulduğunu topladı götürdü” derdim.
Ölüme ilişkin bu laflarım üzerine duygusallaşıp beni “duygusuz doktor” diye suçlayabilirsiniz. Suçlayın, alınmam. Gerekeni gerektiği biçimde yaptıktan sonra başkasının söylediklerine alınmam. Zaten Azrail’e falan da inanmam. Ancak beklenen ve de beklenmeyen ölümlerin üst üste oluşuna çokça tanığım. Çamuru Azrail’in tembelliğine atıyorsam da bu birlikteliğin asıl nedenini hep merak ettim ama şimdi havadan nem kapıyorum…
Şu sıralar o kadar çok kişinin ölümünü duydum ki bu üst üsteliğe gene de şaşıyorum. Komada 10 yıl geçiren Kenan Işık tam da bugünlerde öldü. Kansere epeydir nanik çeken Genco Erkal şimdilerde öldü. Onlar kadar ünlü olmayan birçok başka sanatçı öldü. Epeyce etkilendim bu ardı ardına sanatçı ölümlerinden.
Kendi çevremden de ölümler üst üste oldu. Yakın arkadaşlarımdan biri ve uzaktan tanıdığım pek çok kişi öldü. Onlara da çok üzüldüm. Üzüldükçe Azrail’in tembelliğine saydırıyorum: “Tembel işte çok tembel, bir kere geldi mi gözüne ilişeni toplayıp götürüyor tek tek gelmemek için” diye saydırıyorum da saydırıyorum. Dedim ya Azrail’e falan inandığımdan değil, saydıracak başkasını bulamadığımdan…
Her ölümün bir nedeni var. Nedensiz sonuç olmuyor ne yazık ki. Mesela sadece Facebook’tan tanıdığım bir şair vardı. Haiku (bir Japon şiir türü) yazardı. Üç mısralı, doğal akışlı bu şiirciklerde ustaydı. Her Haikusunu da bir fotoğrafla beraber yayınlardı. Fotoğraflarının çoğunda kendisi bir masada oturuyor olurdu. Sanırım ayaklarıyla yani yürümeyle ilgili bir zoru vardı. Masasında da hep bir içki bardağı ve de çakmağının eşlikçisi bulunurdu. Bütün ömrüm ona buna “yeme içme!” deme jandarmalığıyla geçtiği için onun her fotoğrafını gördüğümde de “yahu bu kadar içme, hele sigarayı hiç içme” demek isterdim. “Sigara keyif maddesi değil ömür törpüsüdür, düpedüz katildir, kurtul şu zıkkımdan” demek isterdim. Ama demedim. “Sana ne benim ne içtiğimden?” dese verecek cevabım olmadığı için diyemedim. Akrabası, arkadaşı ya da doktoru değildim ki diyeyim. Ancak demeliydim. Daha yeni 60 olmuşken bu hafta tak diye gitmiş adam. Çok üzüldüm ama nafile…
Ölüm bazen sürüye sürüye götürür, bazen de tak diye. Ancak her durumda bir nedeni mutlaka var. Ölümden kaçmak mümkün olmadığına göre ölümü inkâr etmenin de korkup lafını etmemenin de anlamı yok. Ölümü konuşmalıyız. Konuşmalıyız ki erken ölümlere çoğu kere kendimizin neden olduğunu anlayabilelim. Anlayabilelim ki önlem alabilelim.
“Önlem alsak ne olacak, ölümden kaçış mı var?” derseniz hem çok haklısınız hem de çok haksız. İster adına kader deyin ister genetik, hepimizin baştan belirlenmiş bir yaşam süresi var. Kaderden anlamam ama işin genetiğini kısacık özetleyeyim ki “erken ölümlerde payımız var” lafımı açıklayabileyim.
DNA dediğimiz kişiye özel yaşam şifremizin yazılı olduğu hücresel hazinemizde telomer denilen bölümler var. DNA parçacıkları ömrümüz boyunca defalarca açılır kapanır. DNA açılması, vücudumuzun yapı taşı olarak üretilecek şeylerin şifresini/kopyasını RNA denilen hücre içi fotokopiciye vermek içindir. Kapanması da bir sonraki işleme kadar şifreyi en sağlam biçimde yeniden saklamak için. Telomerler ise bu açılma kapanma işlemlerini başlatıp sonlandıran bir çeşit kilit mekanizmasıdır. Her aç-kapa işlemiyle boyu biraz daha kısalan bir yapı. Telomer kısala kısala bittiğinde ise ölüyoruz. Özetle telomerin uzunluğu kadar bir ömre sahibiz.
Bu genetik şifrenin yani DNA’nın belirlediği ömür doğal ömürdür. Hiç kimsenin en başta belirlenmiş olan bu doğal ömrü uzatma imkânı yok. (İmkânı yok ama ihtimali var. Bilim, telomere ekleme yapma işlemleriyle epeydir haşır neşir, şimdiden aşısı falan da çıktı ama gerçekten telomerimizi uzatabileceğimiz henüz şüpheli. Dolayısıyla doğal ömrümüze gün ekleyebilmemiz şimdilik sadece ihtimal)
Ölümü engelleyemediğimiz gibi doğal ömrümüzü de uzatamıyoruz ama kısaltıyoruz. Mesela silah icat etmişiz düşman bellediklerimizi öldürüveriyoruz, birbirine düşman edilmiş askerlerin telomerleri upuzun olsa ne fayda? Mesela eski bir politikacımızın yaşlı annesini torununun silahla öldürmesinde kadıncağızın telomerlerinin bitmemiş olmasının anlamı ne? Mesela yanlış yunluş yaptığımız binalarda yaşarken göçük altında kalan bebelerin upuzun telomerlerinin hükmü ne? Mesela çocuklara oyuncak diye tutuşturduğumuz tabletler, elimizin uzantısı sandığımız cep telefonları, yatak odamıza kadar taşıdığımız televizyonlar, tepemize dikilen vericiler, odalarımızdaki onlarca elektrikli fiş sayesinde vücudumuzda biriken radyasyon yüzünden oluşan kanserlerde ninenin dedenin mirası olan telomerlerinin hayrı ne? Mesela sigara püfletmeyi özgürlük sanıp, yıllarca bile isteye canına okunan damarlardan biri yüzünden tak diye gidenin telomerleri uzun olsa ne fayda? Mesela yanlış kişilere oy verildiği için tarım ve hayvancılık cızlamı çektiğinden yeterince beslenemeyerek güçten düşüp aslında kolayca yenebileceği çağdışı bir hastalığa yeniliverene telomer ne yapsın?
Sonra da yok hayat da ölüm de kadermiş kısmetmiş, yok saati gelmişmiş…
Haklısın, oy veren sen değildin ötekiydi, yıkılan binanın demirini de sen çalmadın, kural tanımaza rüşvetle ehliyeti verip trafiğe de sen salmadın, her önüne gelene silah satılmasında da sorumluluğun yok, çocukları etsiz sütsüz bırakanlarla da dostluğun yok. İyi de bunlardan sorumlu olan da Azrail mi?
Uzatmayayım, sonuçta ben de öleceğim, sen de öleceksin orası kesin de, erken ölmek için bunca el birliğine, iş birliğine ne gerek var? Telomerlerimizi dibine kadar kullanmak için elbirliğiyle ayak diresek olmuyor mu?
Üst üste bunca ölüm acısı yaşarken zaten daha ne kadar bozulabilir bilmem ama amacım moral bozmak değil. Lafın şirazesini kaçırdımsa da neden şimdi bunca ölümün üst üste olduğu üzerine biraz kafa yormak istemiştim aslında. Çünkü herkesin bildiği gibi ölümlerin sıklaştığı mevsim sonbaharın sonu kışın başlangıcıdır. Eskiler her sonbaharda “bakalım bu kışı çıkarabilecek miyiz?” derlerdi. İstatistikler bunu doğruluyor, gerçekten kış ölüm mevsimidir, yıpranmış bedenler çoğunlukla kışın bizi terk eder. İyi de şimdi Ağustos. Niye şimdi bu yoğunluk?
Bu Ağustos’un diğerlerinden ne farkı var diye sorunca cevabı bulmak kolaylaşıyor. Evet bu yıl aşırı sıcak. Aşırı sıcakta vücut suyunu ve tuzunu korumakta zorlanıyor. Su ve tuz dengesi bozuldu muydu da her bir bela kolayca coşuyor.
Bugünlerde vücudumuzun suyuna ve tuzuna çok dikkat etmeliyiz. Yoksa ben sizin ardınızdan ya da siz benim ardımdan Azrail’e saydıracaksınız demektir.
Otomatikman “Allah geçinden versin” dediğinizi duyar gibiyim. Bence siz siz olun bu konuyu Allah’a havale etmeyin. Yazdır sıcaktır diye sakın ola çorbanızı ihmal etmeyin. Yazın sıcak çorba olmaz derseniz de soğuk çorbaları deneyin. Ölüm konuşurken şimdi çorba da nereden çıktı demeyin. Ne çorbası olduğundan bağımsız olarak çorba candır, can kurtarır.
Susayınca su içmek iyidir ama vücudumuz içilen sade suyu çiş olarak atma eğilimindedir. Çünkü vücut suyumuz musluk suyu gibi değil deniz suyu gibidir yani biz tuzlu su fıçısıyız. O yüzden çorba candır. Hastayken de sağlamken de terliyken de kurumuşken de en sulusundan çorba yani kararınca tuzlandırılmış sıvı içmeliyiz.
Üçte ikimiz sıvı bizim. Terlersek ya da aşırı sıcakta kurursak önce cildimiz ve de eklemlerimiz bozulur, ağrılarımız artar. Ardından gözümüz, kulağımız, bağırsağımız, ciğerlerimiz her yerimiz bu kuraklıktan nasibini alır. Daha da kurursak kanımız da azalır kalbimizin ritmi de bozulur. Beynimiz de bozulur. Aslında bu saydığım gibi bir sıralama da yoktur. Her tarafta birden bozulur da nerede durum hassassa en ağır bozulma orada olur. Sıvı yetersizliğinin belirginleştiği yere göre de değişik problemler oluşur. Böylece sadece hayatımızın kalitesi bozulmakla kalmaz, hayatımız bile yok olur.
Su-tuz meselesi hayat memat meselesidir. Azrail işin bahanesidir, bu yaz ölümlerin bu kadar artmış olmasında en büyük pay sıvı dengesizliğinindir. Tansiyon yüksekliği nedeniyle tuzsuz beslenen ve tuz kaybettirici ilaç kullananlarda tuzsuzluk tehlikesi daha da çoktur. Elbette tansiyonu kontrol etmek şartıyla, yaz sıcaklarında tuz alımını artırmak gereklidir. Bir hastalığı olanlarda durum daha ciddidir ama sapasağlamlarda da risk büyüktür.
Ben her yaz yaptığım gibi bu yaz da her günün menüsüne çorba ekledim. Kolayı, çayı, kahveyi zaten tümüyle hayatımdan çıkarmıştım ama onlar gibi sıvı kaybını hızlandıran alkolü de sıcaklar bitene kadar boşladım. Özleşirsek sonbahara buluşmamızı kutlarız artık. Siz de tümden kesin diyemem ama hiç değilse bu sıcaklarda azaltabildiğiniz kadar azaltın. “Buzlusu iyidir, serinletir” laflarını da yutmayın. Buzla serinleyecekseniz olur elbette ama suya ya da ayrana katın. Hadi şu “su-tuz” konusuna siz de bir el atın da bu sıcaklarda kuruyup şey yoluna gitmeyelim.
Çorba kupamı telomerlerimiz şerefine kaldırıyorum.