Dr. Nevin Sütlaş
“Orman banyosu” lafını duydunuz mu? Bunu Japonlar 1980’lerde icat etmiş. Bu lafı orman atmosferinin insanı arındırması diye anlasak herhalde yanlış olmaz. Ormanlar sadece kağıt ve odun kaynağımız değil elbette. En önemli yararının bizim ve hayvanların ürettiği karbon dioksiti alıp oksijen vermesi olduğunu en cahilimiz bile biliyor. Ormanlar olmadan yani oksijen olmadan yaşayamayacağımızı da biliyoruz. Ancak orman banyosu lafı bununla alakalı değil.
Ormanların bize yiyecek ve doğal ilaç sağlaması, içilebilir suyun %75’ini sağlaması, dünyanın ısısını azaltması, toprağı tutup erozyonu önlemesi, var olan bütün bitki ve hayvanların %80’i için yurt olması da konuyla ilgili değil. Bütün bu “olmasa olmayız” yararlarından öte ormanların bambaşka bir anlamı ve yararı daha var.
Günümüz insanı kendini dört duvarın içine hapsederek yaşıyor. O yüzden de depresyon başta olmak üzere pek çok hastalıkla boğuşuyor. Yaşamın gereksiz itiş kakışı insanı giderek daha da dibe çekiyor. Oysa doğada geçirilen zamanı artırmak pek çok sorunu oluşmadan engelleyebiliyor. Ağaçlık bir alanda yapılan 15 dakikalık bir yürüyüş bile stres ve endişeyi gideriyor. Orman banyosu işte bu demek:
Dertlerinizi sırtlayıp ormana gidiyor, arınıp dönüyorsunuz.
Orman banyosu aklı, ruhu ve bedeni temizliyor, diyor Japonlar. Amerikalılar da onlardan öğrendiklerini geliştirip uyguluyor. Peki, orman banyosu nasıl yapılıyor?
Orman banyosuna dijital detoks da deniyor çünkü yanınıza telefonunuzu almıyorsunuz. Bütün algılarınızı çevreye yöneltiyorsunuz. Sadece etrafınıza bakmıyor, aynı zamanda dinliyor, kokluyor, hissediyor, bütün duyularınızı çalıştırıyorsunuz. Bunu bir ormanda yapmak ideal ama şart da değil. Minik bir koru, bir park ya da bahçede bile yapabiliyorsunuz. Süre de önemli değil. Ne kadar isterseniz o kadar süreyle doğayla iç içe oluyorsunuz. Bir aktivite yaparsanız, o da size kalmış. Yürümek, koşmak, tırmanmak, piknik yapmak, kamp yapmak, kuş gözlemlemek, mantar ya da meyve toplamak sayın sayabildiğiniz kadar. Fiziksel bir şey yapmadan doğanın ortasında oturup, gözleri de kapatıp 20 dakika kadar etrafı hissederek de banyo yapmak mümkün.
ABD’de orman banyosu yaptırma konusunda sertifikası olan 2.000 kişi varmış. Bu işi meslek edinmiş olan bu diplomalı profesyoneller ormanda 2-3 saatlik yürüyüşler yaptırıp sizi rahatlatıyormuş. Buna “orman terapisi” onlara da “orman terapisti” deniyormuş. Bu terapi sayesinde hem arınıyor hem de doğada neleri kaçırdığınıza ilişkin farkındalığınız oluşuyormuş. “Association of Nature and Forest Therapy” (www. antf.earth) diye ararsanız size en yakın terapistle ilişkiye geçebiliyormuşsunuz.
Tanrıya erişen yolu bulabilmek için hocaya, Nirvanaya ulaşmak için Buda’ya, nefes alıp vermek için nefes koçuna ihtiyacınız olduğunu düşünüyorsanız, ormanda rahatlamak için de orman terapistine ihtiyacınız var demektir.
ABD böyle bir yer. Her şeyin uzmanı var. Ayrıca dünyada olan her şey istisnasız olarak ABD’de var. Üstelik her yerden önce var. Bu örnekte de olduğu gibi başkaları daha önce bulmuş/yapmış olsa da kayıtlarda hep ABD önceliği var.
Orman meselesine dönersek, “Amerikan Orman Servisi”nin verilerine göre koca ülkenin üçte ikisi orman. Toplam 766 milyon dönüm ormandan söz ediyoruz. Bu varlığın üstüne, her gün ortalama 3.5 milyon adet ağaç dikiliyormuş. Bir yılda yaklaşık bir milyar yeni ağaç dikiliyor yani. Son 30 senede, 33 milyon dönümlük alan ormanlaştırılmış. Bu sayede her gün, evet evet her gün, 2.275 futbol sahası büyüklüğünde alan yeniden ağaçlandırılıyormuş. ABD’nin en önemli becerilerinden biri bu. Bütün eyaletlerinde devasa parkları var. Hem de akıllara ziyan sayıda. Akıllara ziyan genişlikte. Hepsi koruma altında olan, giriş çıkışın ve içindeki aktivitelerin denetlendiği parklardan söz ediyorum. Parklar ve kendi halindeki ormanlar birlikte hesaplandığında devasa ülkenin üçte ikisi ağaçlık alanmış ya, akla ziyan diye boşuna demiyorum…
Bir de işin bir başka boyutu var. ABD’de 11 milyon kişinin kendi özel ormanı varmış. Bu özel ormanlar ülkedeki bütün ormanlık alanın yarısından fazlaymış. Bazıları köylerdeki minik korular şeklindeki bu özel alanların mülkiyeti gibi işletmesi de sahiplerine aitmiş. Ağaçlarını istedikleri zaman kesip satıyor, yerine de yenisini dikiyorlarmış. Ağaçlar kendisinin olunca, yeterince büyümeden kesip satması ya da içi boşalmış olanı kesmeyip bekletmesi kazançlı olmayacağından ağaçlarına iyi bakıyor, kestiklerinin yerine de yenisini dikiyorlarmış ki yeniden satabilsinler. Devran böyle dönüyormuş. Gerçi ağaç satışından kazandıkları parayı yetersiz bulanlar, fikir değiştirip tarla yapanlar veya yakınında büyüyen şehir yüzünden değerlenen arazisini konut alanına çevirenler de oluyormuş elbette ama bunlara rağmen terazinin ibresi hep artış yönündeymiş. Bu özel mülkiyetli alanlardan kesilen ağaçlar da odun ve kâğıt ihtiyacının %90 kadarını karşıladığı için dış alım çok az gerekiyormuş.
Son 30 yılda hızlanarak artan orman alanlarını genişletme hikâyesinin arka planındaki odunun satışındaki kazanç bu döngüyü sürdürülebilir kılmışsa da aklıma kar suyu da kaçmadı değil. Çünkü dijitalleşme arttıkça kâğıt ihtiyacı azalıyor. Kitap ve defter çoktan öldü de gömülmek üzere gün sayıyor. Odun ihtiyacı desen o da öyle. Bu durumda yeterli gelir kapısı olmadığında sahibi kendi ormanını gene de koruyup gözetecek mi sorusu baki kalıyor. Yine de bu sistemin “devlet malı deniz, yemeyen keriz” ilkesinden daha çok işlediğini artış rakamları apaçık kanıtlıyor.
Hemen her konuda en büyük tüketici olan Amerika ormansızlaşmayı dert ediyor, orman alanlarını koruyor, gözetiyor. Kestiklerinin yerine yeni ağaçlar dikiyor. Kesilmemesi gerekeni kesenin de canına okuyor. Bu arada “Küçük Amerika” ne yapıyor? Beton ağalarına tapıyor. Kocaman koruların içindeki malikanelerde yaşayanlara özendikçe dip dibe gecekondusuna kat çıkıyor, balkonunu kapatıp hapishanesini genişletiyor. Tarlasına gölge yapıyor diye var olan tek tük ağaçları da kesiyor. Ormancıya sakal atıp devlet ormanını keresteciye yar ediyor. İngiliz soyluları avlandıkları tüfeklerinin kabzasının ceviz ağacından yapılmasından hoşlandıkları için, belki onlara iyi paraya satarız umuduyla dağ tepe dolaşıp memleketinin nam salmış yüzlerce yaşındaki ceviz ağaçlarının köküne kibrit suyu döküyor. Asırlık zeytin ağaçlarını pansiyon arazisi yapmak umuduyla yıkıp geçiyor. “Küçük Amerika”nın her şeyi bilen kahvehane müdavimleri, memleket geyiği döndürürken orman yakıp otel yapanlara küfretmeyi ise marifet biliyor.
Doğanın değerini bilenler ormanın değerini de iyi biliyor. İnsanın bugünü ve geleceği için doğanın taşıdığı anlamdan haberi bile olmayan ama paranın değerini iyi bilenler de ormanın değerini biliyor.
Hiçbir şey bilmeden her şeyi bilenler ise “altı üstü bir ağaç, çevreciler de zaten zıpçıkçı zibidiler” diyerek kutsal yolculuklarına devam ediyor…
Bilmeyenlerimize “o olmazsa biz de olmayız”ı bildirmenin keşke bir yolu olsaydı.
Acaba ağaçlara insan lisanını öğretsek de bir de onlar anlatsa, anlaşılır mı ki?