Hazal Yalın
Ceyda Karan dün, son derece özlü bir biçimde şöyle yazdı:
“ABD’nin aksine Rusya, ideolojik, askeri yayılma ve belirleyicilik heveslisi olmayan, ‘statükonun korunması’ bağlamında muhafazakâr bir güç.”
Bu, benim de Rusya ve post-Sovyet coğrafyası üzerine çalışmalarımda ısrarla üzerinde durduğum bir husus.
Bu bağlamdaki “muhafazakârlıktan” anladığım şey, uluslararası meşruiyet ve kanuniliktir, bugünkü çerçevesi Yalta’da çizilmiştir, ancak hukuki kökleri ta 1648’deki Vestfalya anlaşmasına kadar (toprak bütünlüğü, egemenlik ve eşitlik ve içişlerine karışmama ilkelerinin kabulü) vardırılabilir.
Kuşkusuz burjuva bir hukuktur bu, ama öyle diye önemsiz değildir; hatta denebilir ki çağdaş dünyada bu ilkelerin yerleşmesi için en büyük çabayı da aslında Sovyetler Birliği göstermiştir. (Bu meyanda Gromıko’yu mutlaka hatırlamak ve hatırlatmak gerek.)
Ancak sadece Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra onun uluslararası yükümlülüklerini üstlenerek hukuken değil, uluslararası meselelere yönelik tutumuyla siyaseten de Sovyetler Birliği’nin devamı saymak gereken Rusya Federasyonu, çok uzun bir süredir uluslararası hukuku iğfal ettiği suçlamalarıyla karşı karşıya.
Bu suçlamaların başlıca halkalarını Kuril Adaları meselesi, Gürcistan (Abhazya ve Güney Osetya) meselesi, Polonya ve Baltık meselesi, Suriye meselesi ve Ukrayna meselesi oluşturuyor.
Bunların sonuncusu hariç hepsi de düpedüz afaki, gerçek dışı ve Rusofobi kampanyasının unsurları olarak kullanıldığı için aslında genellikle kampanyayı yürütenlere zarar veriyor. Ancak en elle tutulur iddia olarak Kırım’ın Rusya tarafından “ilhakı”, öyle değil.
Bizi çok yakından ilgilendiren bu meselede, Ukrayna’nın uzak (1783), yakın (1954) ve güncel (2013’ten bugüne) tarihine değinmeden, sadece hukuki çerçeveden bakmakta yarar var; göreceğiz ki, aslında bizi sandığımızdan daha da yakından ilgilendiriyor.
Bu hukukun ve en genelde hukukun anlamına ise en sonda değineceğim.
Rusya ve Ukrayna’nın iç hukukları açısından
Rusya’nın iç hukuku açısından. 5 Şubat 2012’de Başkanlık kararnamesiyle onaylanan Rusya Askeri Doktrini’ne göre: “Rusya Federasyonu sınırları dışında bulunan yurttaşların korunması için silahlı kuvvetlerin ve diğer kıtaların kullanılması ortak kabul görmüş uluslararası hukuk prensip ve normları uyarınca meşru sayılmaktadır.” Silahlı kuvvetlerin ülke dışında kullanılmasına karar verecek organ ise Federasyon Konseyi’dir (Senato). (RF Anayasa madde 102/1-g.)
Kırım’ın Ukrayna’ya bağlanması bu hukuki çerçevede gerçekleştirildi. Başka deyişle, iç hukuk açısından tamamen meşru bir süreçti.
Ancak Başkanlık kararnamesi tarafından onaylanan Askeri Doktrin’in ön şart koyduğu uluslararası hukuka gelince, işler çatallanıyor.
Neden?
Ukrayna ve Kırım’ın iç hukuku açısından. Ukrayna anayasasının 73’üncü maddesine göre Ukrayna topraklarındaki değişiklik ancak Ukrayna çapında yapılacak bir referandumla kararlaştırılabilir. Kırım Özerk Cumhuriyeti’nin 1998 anayasasının 7/2’nci maddesi uyarınca da Kırım Cumhuriyeti toprakları ancak, Ukrayna anayasasına uygun olarak, Kırım’da yapılacak yerel referandum ve Kırım Yüksek Rada (Sovyet) kararı ile değiştirilebilir.
Ancak belki de Kırım’ın Rusya’ya bağlanması meselesine girmek anlamlı olmayacak; çünkü bu zaten Kırım bağımsızlığını ilan ettikten sonra yapıldı. Öyleyse Kırım’ın Rusya’ya bağlanmasına değil bu bağımsızlık ilanının meşruiyetine bakmak gerekli; zira eğer ikincisi meşruysa, birincisi tamamen tartışma dışıdır.
Uluslararası hukuk açısından
Yakın bir örnek: Kosova’nın “bağımsızlığı”. İroniya sudbı (Kaderin İstihzası), eski Sovyet coğrafyasında herkesin birçok repliğini ezbere bildiği bir kült filmdir. Yugoslavya’yı yok etmek için Kosova’yı icat eden ve bu icadına Uluslararası Adalet Divanı’nın tavsiye kararıyla meşruiyet konduran ABD-AB-NATO, aslında bu kararıyla Kırım’ın bağımsızlığına da hukuki meşruiyet kazandırmış oluyordu. Kaderin gerçek bir istihzası!
Bizzat Putin, divanın tavsiye niteliğindeki bu kararını Avusturya devlet televizyonu ORF’ye 2018’de verdiği bir mülakatta tekrar hatırlatmıştı:
“Kırım bağımsızlığını, Rusya kıtalarının müdahalesi neticesinde değil, Kırımlıların açık bir referandumda irade beyanının neticesinde kazandı. Bu topraklarda yaşayan halkın yaptığı referandumu ilhak diye anmak mümkün mü? Öyleyse Kosova’nın kendi kaderini tayinini de ilhak diye anmak gerek. Peki NATO kıtalarının müdahalesinden sonra Kosova’nın kendi kaderini tayinini neden ilhak diye anmıyorsunuz?.. Kosovalıların kendi kaderini tayin hakkından bahsediyorsunuz. Kosovalılar bunu parlamento kararıyla yaptılar, Kırımlılar ise referandumda yaptılar….” Bu demokrasi değil mi? Değilse ne? Peki demokrasi ne?” Putin arkasından, Adalet Divanı’nın kararını okumuştu: “Egemenlik meselelerinin tayininde ülkenin merkezi iktidarının mutabakatı şart değildir.”
Divan kararında şu ifadeler de vardır: “17 Şubat 2008 tarihli bağımsızlık deklarasyonunun kabul edilmesi, genel uluslararası hukuku ihlal etmemiştir” dolayısıyla “geçerli bulunan herhangi bir uluslararası hukuk kuralını da ihlal etmemiştir”.
Aslında Kosova’nın bağımsızlık ilanı öylesine hukuksuz ki, tartışmak bile anlamsız. NATO bombardımanı altında bütün altyapısı yok edilmiş, parçalanmış, topraklarının büyük bir bölümü ve bu meyanda Kosova da yabancı devletler tarafından işgal edilmiş, Kosova’daki bizatihi NATO tarafından örgütlenmiş ve onun şemsiyesi altında bir terör örgütüyle karşı karşıya bırakılmış Yugoslavya Federasyonu’nda, üstelik de doğrudan halk iradesiyle değil kontrol altındaki temsilciler tarafından yapılan bağımsızlık ilanı, uluslararası hukuk bir tarafa, orman kanunuyla bile açıklanamaz. [1] Kaldı ki, aslında Adalet Divanı da kararında küçük bir üçkâğıt yapmıştı; önüne konulan soru, “Kosova’nın tek taraflı bağımsızlık ilanı uluslararası hukuka uygun mudur?” olduğu halde buna cevap vermekten kaçınıp “uluslararası hukuku ihlal etmiyor” demişti.
Diğer argümanlar. Ama Kırım’ın bağımsızlık referandumunun meşruiyetine dair tek hukuk argümanı bu değil. Bir diğeri şu: 21 Şubat 2014’te Kiev’de tamamlanan Maydan darbesi, Kiev rejiminin meşru dayanağını ortadan kaldırdı. Zira darbenin kendisi anayasayı ihlal ve ilga ediyordu. Darbe, sadece Ukrayna’yı anayasa dışı bir rejime mahkûm etmekle kalmamış, Kırım’ın özerkliğini de ihlale yönelmişti; nitekim Kırım’ın özerkliğinin 26 Şubat’ta darbeciler Kırım parlamentosunda darbecilerle darbeye karşı koyanlar arasında silahlı çatışma çıkmış ve ölümler olmuştu. Bu nedenle, Kırım Özerk Cumhuriyeti Yüksek Sovyet Prezidyumu’nun 27 Şubat’ta yaptığı, Yüksek Sovyet’in Kırım’ın kaderinde sorumluluğu üstlendiği ve mevcut durumdan tek çıkış yolunu doğrudan halk iktidarında gördüğü açıklaması ve bu meyanda referandum kararı (iki gün sonra Sivastopol şehir meclisi vekilleri de kararı desteklediler) bütünüyle meşrudur.
Demek ki, Kırım’ın Rusya’ya katılması, bağımsızlık ilanının sonucu olduğuna göre, meşruiyeti tartışılması gereken esas itibarıyla bağımsızlık ilanıdır. Bu da üç argümanla destekleniyor:
(1) Kosova’nın 2006’da bağımsızlık ilanının Uluslararası Adalet Divanı tarafından daha önce benzeri görülmemiş bir keyfiyetle meşru ilan edilmesi;
(2) Kiev’de Maydan darbesi sonucu anayasal rejimin, dolayısıyla Kırım Özerk Cumhuriyeti’nin artık mevcut bulunmayan bir merkezi anayasaya uymak zorunluluğunun da ortadan kalkması;
(3) BM şartı da dahil, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkına dair pek çok uluslararası belgeden başka, esas itibariyle 24 Ekim 1970 tarihli, “devletler arasındaki dostça ilişkiler ve işbirliğini ilgilendiren uluslararası hukuk ilkeleri” hakkında BM deklarasyonu.
İlk argüman güçlü görünmesine rağmen aslında “madem öyle…” kabilinden bir meydan okuma amacıyla ve ikiyüzlülüğü ortaya sermek için ileri sürülüyor, zira Rusya zaten Kosova’nın bağımsızlığını meşru kabul etmiyor. Ne var ki Rusya için bu kararın kendisi değil, ABD ve İngiltere’nin kararla ilgili açıklamaları daha büyük önem taşıyor. Kosova geçici yönetiminin bağımsızlık ilanını uluslararası hukuka uygun bulduğunu bildiren ABD, divana şu açıklamayı yapmıştı: “Bağımsızlık ilanı, milli hukuku ihlal edebilir ve çoğunlukla da eder; ama bu, uluslararası hukukun ihlal edildiği anlamına gelmez.” İngiltere ise bağımsızlık ilanını uluslararası hukuka uygun bulmakla kalmayıp daha ileri giderek genelleştirmiş ve şöyle demişti: “Toprak bütünlüğü ilkesi bir devletin sakinleri tarafından kabul edilen bağımsızlık ilanlarını dışlamaz.” (“The principle of territorial integrity does not exclude declarations of independence adopted by the inhabitants of the State.”)
Bu nedenle hukuk tartışması esas itibarıyla ikinci ve üçüncü argüman üzerinden yapılıyor. İkinci argüman yeterince açık olmaktan başka son derece önemli, zira sadece özgül bir Ukrayna örneğini ele almakla kalmıyor, genel bir ilke ortaya koyuyor; buna göre herhangi bir devletin uyrukları, anayasal rejimin ortadan kaldırılması halinde artık o anayasal rejimle bağlı değildir. Bu aslında tartışma götürmeyecek kadar aşikâr bir şey; ama çıplak hakikatin eksiksiz görüldüğü zaten çok nadirdir.
Üçüncü argüman da bunun kadar önemli ve onu tamamlıyor. 1970 tarihli deklarasyona göre, “her devlet, halkları kendi kaderini tayin, hürriyet ve bağımsızlık haklarından mahrum edecek her türlü şiddete dayanan hareketten kaçınmakla yükümlüdür.” Deklarasyon bu ilkenin, devletlerin parçalanması, toprak bütünlüğünün ve egemenliğinin ve bağımsızlığının ihlali olarak değerlendirilemeyeceği kaydını düşüyor, şu şartla ki, bu devletler “eylemlerinde halkların hak eşitliğini ve kendi kaderini tayin hakkını gözetmekte olsun ve bunun neticesi, verili toprak parçasında yaşayan bütün bir halkı ırk, inanç ve derisinin renginde fark gözetmeksizin temsil eden hükümetlere sahip bulunsun”. Bu durumda, kendi kaderini tayin hakkı reddedilen bir halkın [2] haklarını hayata geçirme biçimleri arasında şunlar sayılıyor: “Egemen ve bağımsız bir devlet kurmak, bağımsız bir devlete serbest katılım yahut onunla birlik oluşturmak yahut başka herhangi bir siyasi statü tesisi”.
Demek ki bu deklarasyon, çokuluslu ülkelerde milli hakların tanınması şartıyla, birlikte yaşamayı ilkesel kabul ediyor; ancak milli hakların tanınması şartı yerine getirilmediğinde, hakları tanınmayan halkların kendi kaderlerini tayin hakkını gerçekleştirme hakkı vurgulanıyor. Veya şöyle söyleyelim: Eğer bir devlet, halkların hak eşitliği ve kendi kaderini tayin hakkı ilkesini gözetmiyorsa, halkların kendi kaderini tayin hakkı o devletin toprak bütünlüğünden üstündür.
Peki kendi kaderini tayin ne?
Bu ille de bağımsız devlet anlamına gelmiyor; ulusal eşitlik temelinde federal cumhuriyetler, özerk idari bölgeler, kültürel özerklikler, hatta ulusal eşitlik temelinde üniter devletler de kendi kaderini gerçekleştirmenin yolları olabilir. Eğer bu haklar gerçekleştirilmişse, kendi kaderini tayin hakkı gerçekleşmiş demektir. Bunun hukuki teminatı ise anayasal düzendir. Demek ki bu argümana göre, anayasal düzenin yıkılması neticesinde bu hakkın ortadan kaldırıldığı Ukrayna’da Kırım Özerk Cumhuriyeti’nin, kendi kaderini tayin hakkını kullanarak bağımsızlık ilanı ve arkasından bu hakkın gerçekleştiği bir devlet olarak Rusya’ya katılması tamamen meşrudur.
Bu hukuki argümanın siyasi sonuçları üzerinde durmayacağım; kaldı ki, bizim açımızdan taşıdığı önem de herhangi bir izaha yer bırakmayacak kadar açık. Sanırım, Rusya Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Mariya Zaharova’nın “etnik azınlıklar” açıklamasını tekrar hatırlatmak yeterli olacaktır. [3]
Bu argüman Donbass’a da uygulanabilir, şu şartla ki, Minsk mutabakatları Ukrayna devletinin anayasal düzende ulusal hakları tanıma iradesi olarak kabul edildiğinden toprak bütünlüğü ilkesi kendi kaderini tayin ilkesinin önüne geçmiştir. Rusya, Kırım’ın bağımsızlığını derhal tanıdığı halde Donbass cumhuriyetlerinin bağımsızlığını tanımamasını, hukuki olarak buna dayandırır. Elbette çatışmanın gerçek muhtevasını örten bir fondur bu, ama öyle diye önemsiz değildir.
Siyaset ve hukuk
Siyasi değerlendirmelerin yerine hukuki değerlendirmelerin konulduğuna çok rastlanır. Oysa hukuk, mevcut düzenin ideolojik örtüsüdür; siyasi ve sosyal ilişkilerle çakıştığı ölçüde uygulama alanı bulur. Ulusal hukuklarda çok açıktır bu; eğer iç hukuk, sosyal düzeni taşıyamıyorsa, ister reform, ister darbe, ister devrim yoluyla olsun, değişir. Bu değişiklik yazılı olabilir ama fiili de olabilir. Yazıya dökülmemiş olması onu gayrimeşru kılmaz. Hukuka meşruiyeti kazandıran yazılı olup olmaması değil sınıf ilişkileriyle örtüşüp örtüşmemesidir. Belirleyici olan daima sosyal-iktisadi yapı ve onun yarattığı sınıf ilişkileridir.
Ama hukuk kurallarının egemen sınıfı kayıtsız şartsız koruduğu da iddia edilemez. Siyasi çatışmaların sonucu henüz belirsizce tırmandığı zamanlarda hukuk güçsüzün hakkını da savunabilir, bu durumda sınıf çatışmasında ezilen sınıfın elinde bir silah da olabilir.
Uluslararası hukukta tam olarak bu ikinci durum geçerlidir. Yalta düzeni, yani BM düzeni, sonucu henüz belirsiz olan bir çatışma ortamında her devlete eşit haklar ihdas eden bir düzendir; bu haklar güçlü olanı koruduğu gibi, birleştikleri takdirde güçsüz olanı da koruyabilir. Kuşkusuz, tıpkı iç hukuk gibi uluslararası hukuk da gri bir alandır; en nihayetinde, tıpkı iç hukuk gibi uluslararası hukuk da normatif belgelerin birbiriyle çelişebilirliği yüzünden birbiriyle çelişen elastik yorumlara açıktır, bu da onu, tıpkı iç hukuk gibi, genellikle güçlünün hizmetine koşar. Ama her şeye rağmen bir meşruiyet alanı açar ve bu alan, ezilenler tarafından da kullanılır.
Bu yüzden, bir siyasi değerlendirme, elinde tuttuğu anayasayı kutsal bir kitapmış sallayan ve sınıf çatışmalarına bakmadan bu ayetleri uygulamaya çağıran televizyon yorumcusu hukukçu gibi, hukuk esas alınarak yapılamaz. Hukuk, özellikle de uluslararası ilişkilerde, ancak çatışmanın şu ya da bu tarafı için bir meşruiyet alanı yarattığı ölçüde anlam taşır. Bu genel çerçeve, başka olaylara da benzer ilkelerle bakılmasının önünü açar. Hukuk tartışmasının gerçek önemi de burada yatar.
İç hukukta olduğu gibi uluslararası hukukta da çatışmanın kaderini tayin edecek olan hiç kuşkusuz güçtür. BM üyesi devletlerin BM kararlarını uygulayacağı BM şartıyla bağıtlanmıştır, ama uygulanmaz. Veya, ABD-AB-NATO’nun otuz yıldır yaptığı gibi, Yalta düzeni ve onun yarattığı uluslararası hukukun yerine tam bir keyfiyet hukuku geçirilir.
Rusya’nın yaptığı, bu bloğun karşısına, onu belli noktalarda paralize eden bir başka güç olarak çıkmaktan ibarettir. ABD-AB-NATO, uluslararası hukuku tahrif ederek (“revizyonizm”) keyfiyet hukukunu geçirirken, Rusya muhafazakâr bir tutumla geçmişe, çatışmanın sonucu henüz belli değilken yazılmış olan hukuka dönüyor.
Dipnotlar:
[1] Ayrıntılar için: Yalın H. Yugoslavya’nın yok edilişinin kısa tarihi. YDH, 30 Mart 2019. https://www.ydh.com.tr/HD15936_yalan-provokasyon-bombardiman–yugoslavyanin-yok-edilisinin-kisa-tarihi-.html.
[2] Halk ve milletin Rusça siyasi literatürde bizdekinden farklı bir anlam taşıdığını daha önce gerek “Rusya…” kitabında gerekse de YDH ve Medya Günlüğü’nde yayınlanan yazılarımda vurgulamıştım.
[3] Yalın H. Zaharova’nın “etnik azınlıklar” açıklaması üzerine. Medya Günlüğü, 21 Mayıs 2021. https://medyagunlugu.com/haber/zaharovanin-etnik-azinliklar-aciklamasi-uzeri-49454.
Hazal Yalın. Çoğunluğu klasik Rus edebiyatından kırktan fazla çevirisi var. “1945. SSCB-Türkiye İlişkileri” ve “Rusya: Çöküş, Yükseliş ve Dinamikler”in yazarı. Aralarında Tolstoy, Dostoyevski, Saltıkov-Şçedrin, Gogol, Turgenyev, Puşkin, Zamyatin, Kuprin, Gonçarov, Leskov, Grin, Zoşçenko, Strugatski Kardeşler gibi yazarların bulunduğu çeviriler, Kırmızı Kedi, Kitap, İthaki, Helikopter, Remzi gibi yayınevlerinde yayınlanıyor. Güncel makaleleri genellikle Yakın Doğu Haber’de (ydh.com.tr) yayınlanıyor. @Hazal_Yalin