Alper Eliçin (noktakibris.com)
5 Nisan’da bir iş gereği Azerbaycan’a gitmem gerekti. 1995’te Bakü’ye, 1999’da ise Nahçıvan’a yine iş için gitmiştim. Bu sefer seyahatimin başlangıç noktası Azerbaycan’ın üçüncü büyük kenti Gence oldu. Saat 14:35’te Pegasus’un Sabiha Gökçen-Gence uçuşu ile yola çıktım. 17:50’de Gence’ye indik. Uçuş iki buçuk saat kadar sürdü.
Havalimanında pasaport görevlisi işlemlerimi hızla tamamladı. Bu arada hemen belirteyim, Azerbaycan’a artık kimlik kartıyla da girmek olası. Bagajımı aldıktan sonra arındırılmış alandan çıkıp, terminal içerisinde para bozduracak bir yer aradım. Sonunda üzerinde “Pul Değiştirme” yazan yeri buldum. Azerbaycan’da her ne kadar paraya pul diyorlarsa da, paraları hiç de pul değil; 1 dolar, 1.70 manata eşit. Parası pul olan maalesef Türkiye…
Daha sonra çıkış kapısına yöneldim. Bu arada bir kapının yanından geçerken, hoş bir tabela daha gözüme çarptı. Üzerinde “Ana ve Çocuk Kucağı” yazıyordu. Çocuğunuzun altını değiştirmek veya emzirmek istiyorsanız, işte size hizmet! Türkiye’nin değişik lehçelerine ve Kıbrıs Türkçesine aşina biri olarak, uzun yıllar sonra yeniden Azerbaycan Türkçesi ile karşı karşıyaydım. Türkçenin ne kadar zengin ve ne kadar farklı şekillerde anlatıma uygun olduğunu tüm seyahatim boyunca gözlemledim. Bu yazımda elimden geldiğince Türkiye Türkçesinin yanı sıra Azerbaycan’da kullanılan deyim ve kelimelere de yer vermeye çalışacağım.
Terminalin kapısından çıktığımda beni davet eden bakanlığın Gence temsilciliğinden genç bir “kişi” karşıladı. Azerbaycan Türkçesinde “kişi” erkek demek, kadına ise yine “kadın” diyorlar ama “qadın” olarak yazıyorlar. Çocuğa ise “uşak” deniyor ve “uşaq” diye yazıyorlar. Bu konu Türkiye’den gelenler için özellikle tuvalete girerken önemli. Kadınlar eğer Q yerine K işareti olan kapıyı açarlarsa erkekler tuvaletine girmiş oluyor.
Daha önce evden çıkarken fotoğrafımı çekip iletmiş olduğumdan, uçaktan da aynı kıyafetle çıkınca adam beni hemen tanıdı ve birlikte arabaya bindik. Türkiye Türkçesi ile konuşmaya çalışıyordu. Meğer uzun yıllar Kuşadası’nda bulunmuş.
Gece kalacağımız otelin bulunduğu yerin adı Cennet Mekan’dı. Burası Gence’ye 20-25 kilometre mesafede bulunan Göygöl (Gökgöl) kasabasına yakın bir yer.
Gökgöl ve çevresi tarih ve doğa açısından görülmeye değer bir yer. Ben iş için geldiğimden ve zamanım kısıtlı olduğundan ne Göygöl’ü görebildim ne de bu bölgedeki Azerbaycan’ın ilk milli parkını ziyaret edebildim. Ancak, bir fırsatını bulursam bu bölgeye tekrar gelip, turistik amaçlı bir gezi yapmayı da düşünüyorum. Göygöl Rayonu (ilçesi) sırtını Küçük Kafkas Dağları’na (Kiçik Qafqaz Dağları) yaslamış.
Küçük Kafkaslar’ın Murovdağ silsilesinin kuzeyinde bulunan 3066 metre yüksekliğindeki (hündürlüyündeki) Kepez Dağı (Kəpəz) bölgenin jeolojik oluşumunda çok önemli bir rol oynamış. Azerbaycan Türkçesinde iki çeşit “e” var; biri yumuşak “e” ve bizim kullandığımız harfle tanımlanıyor. Diğeri ise sert e ve bizde olamayan ə harfi ile tanımlanıyor.
Kepez Türkçede “su yanındaki kaya” anlamına geliyormuş. 30 Eylül 1139’da olan şiddetli bir depremde Kepez’in bir parçası kopmuş, dev bir kaya parçası olarak aşağıya yuvarlanmış ve bir ırmağın önünü kapatmış. Bu felaketin sonucunda doğa harikası göller oluşmuş. En meşhurları Maralgöl (Maral-Kızıl Geyik) ve Göygöl… Her iki göl de aralık başından mart sonuna kadar donuyormuş.
Göygöl, aynı isimli ilçenin merkezi. 1819’da Rus İmparatorluğu zamanında Almanlar tarafından Helenendorf ismiyle kurulmuş. Nüfusu 18,000 civarında olan bir kasaba. Buraya gelen Almanlar Protestanlığın Pietism akımına bağlı oldukları için aslında buraya sürülmüşler. Ağırlıklı olarak Almanya’nın Svabya (Schwabenland) bölgesindeki Reutlingen kasabasından gelmişler. Bu bölgeye şarapçılığı getiren de onlar. Bölgenin Han (Khan) şarapları hâlâ çok meşhur. Fabrika 1860’da kurulmuş. O nedenle etrafta bağcılık da yapılıyor.
Şehrin özgünlüğü de, Alman mimarisine uygun olarak yapılmış ve en güzeli, bugüne kadar korunmuş olması. İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanlar Stalin tarafından Kazakistan’a sürüldüğünden bölgede Alman asıllıya rastlamak artık olası değilmiş.
Akşam Cennet Mekan’daki otelimizde Bakü’den gelen görevlilerle de tanışma olanağı buldum. Toplam on kişi gelmişlerdi. Bu arada çalışmaları birlikte yürüteceğimiz, benden daha önce Ankara’dan Azerbaycan’a gelmiş olan Remzi Sönmez ile de tanıştım.
Akşam yemeği sonrası ince belli bardakta siyah çay (kara çay) ve böğürtlen murabbası sunuldu. Murabba bizdeki reçelin karşılığı. Ancak sunuş tarzı Kıbrıs’tan bildiğimiz macun gibi.
Ertesi gün 06:00’da kalkıp yola düzüldük. İstikamet Karabağ! Özellikle Kelbecer Rayonu’nda çalışmalar yapacağız. Kısa bir süre sonra bir polis noktasında durduk. Yarım saat kadar süren bu bekleyişimizde, hem Azerbaycanlı grubun kimlikleri hem bizim pasaportlarımız incelendi. Jandarmaya (herbi polis) ilgili bakanlığın özel konukları (konak) olduğumuz belirtildi. Benim pasaport detaylarım daha ben Türkiye’deyken istenmiş ve Karabağ’a girmek için özel izin alınmıştı.
Sonunda tüm belgelerin tamam olduğu belirlendi ve yola devam ettik. Toprak bir yolda yavaş yavaş tırmanmaya başladık. Yanımızda Kürek Çayı akıyordu. Yolda büyük bir inşaat faaliyeti göze çarpıyordu, köprüler, tüneller, bentler inşa ediliyordu. Azerbaycan ordusunun 2020 Ekim ve Kasım aylarında Karabağ’ı kurtarmak (azad etmek) için kuzeyden yaptığı harekat bu yol kullanılarak yapılmış ve Azerbaycan piyadeleri bu sarp yolu yürüyerek aşmışlar. Şehitler de yine bu yoldan geri getirilmiş.
2000 metre yüksekliğe doğru yaklaştığımızda sağ tarafımızda, bulutlar arasında Köroğlu zirvesi göründü. Tam dağa bakarken bu kez karşımızda dev bir şantiye belirdi.
Buradan on iki kilometre uzunluğunda bir otoyol tüneli açılıyormuş. Yol gittikçe dikleşiyor ve sayısız virajı olan bir yolda tırmanmaya devam ediyorduk.
Belli ki, dört şeritli tünel bitip otoyol açıldığında, kışın ulaşımı son derece zor olan bu yoldan kurtulacak, kuzeyden Karabağ’a ulaşım çok kolaylaşacak.
Yol boyu polis noktalarından geçmeye devam ettik. Ancak, aşağıdan diğer istasyonlara bilgi verilmiş olsa gerek ki buralarda fazla beklemedik.
Ve sonunda Karabağ’a geçeceğimiz 3260 metre yükseklikteki Ömer Boğazı’na (Aşırımı) ulaştık. Hava tahmin edebileceğiniz gibi buz gibiydi.
Yine virajlı yollardan Karabağ’ın Kelbecer Rayonu’na doğru inmeye başladık. Uzaklarda hayal meyal Delidağ silsilesi görülüyordu.
Yolun kenarında Karabağ’da şehit düşmüş askerlerin fotoğrafları göze çarpıyordu. Daha sonra bu tür panoları tüm Kelbecer ve dönüşte Gence’de de gördüm. (Aşağıdaki fotoğraf)
Tünelin diğer taraftaki bitiş noktasına geçtikten sonra Kamışlı Kanyonu’na girdik. Kanyonun bir tarafında bir ırmak akıyordu. Diğer tarafından ise yol geçiyordu. Maalesef Kelbecer’e acilen elektrik getirmek için Azer Enerji şirketi kanyonun içerisinden enerji hattı geçirmiş ve dikilen direkler kanyonun doğal görünümünü bozmuştu. Ümit ediyorum ki, bu bölgeyi tünelle geçecek olan otoyol bittikten sonra Azer Enerji bu hattı da tünelin içerisine taşır.
Karabağ içerisinde yolumuza devam ederken yol kenarında bazı yerleşim yerlerine ait karayollarının koyduğu tabelalar göze çarpıyordu. Ancak, köylerin hepsi harabe (köhne) durumundaydı. Fethiye’den Ölüdeniz’e giderken içinden geçilen Kayaköy’ü andıran pek çok yerleşke gördük.
Belki bu aşamada bir miktar Karabağ’ın yakın tarihindeki olaylara değinmekte yarar var.
Azerbaycan’ın toprağı olan Karabağ’da, Kelbecer gibi bazı bölgelerde ağırlıklı olarak Azerbaycan Türkleri yerleşikken, bazı bölgelerde Ermeniler ağırlıktaymış. Son döneme etki yapan olaylar ise 1988’de Sovyetler Birliği daha parçalanmadan başlamış ve Sovyetlerin dağılmasından sonra sıcak çatışmaya dönüşmüş. Yeni bağımsızlıklarını kazanmış olan Ermenistan ve Azerbaycan savaşa tutuşmuş. O zaman askeri açıdan daha güçlü olan ve Azerbaycan Türklerini hazırlıksız yakalayan Ermenistan, bu savaş esnasında Ermenice “Artsakh” diye adlandırdıkları Karabağ’ın sadece Ermenilerin oturduğu bölgesini değil tümünü işgal etmişler. Savaşın sonucunda 1 milyon civarında Azerbaycan Türkü yerlerinden olurken, Azerbaycan’ın değişik yerlerinde yaşayan 200 bin civarında Ermeni de Ermenistan ve Karabağ’a gitmek zorunda kalmış. Bu savaş esnasında Ermenilerin Hocalı’da yaptığı katliam ise hâlâ akıllarda. Benim gittiğim Kelbecer Rayonu ise 5 Nisan 1993’te işgale uğramış.
Sonuçta iki taraf arasında 1994 yılında ateşkes ilan edilmiş ve Ermeniler Dağlık Karabağ Cumhuriyeti adı altında kimsenin tanımadığı bir devletin kuruluşunu ilan etmişler.
İkinci Karabağ Savaşı olarak adlandırılan ve Türkiye’nin, başta SİHA’lar olmak üzere, teçhizat ve kurmay desteği sağladığı Azerbaycan’ın zaferiyle sonuçlanan savaştan sonra, Karabağ’ın Ermenilerin ağırlıkta olduğu bölgeleri dışındaki topraklar Azeriler tarafından geri alınmış (azad edilmiş). Ermeniler ise Rusya’nın devreye girmesi sonucunda Rus Barış Kuvvetleri’nin korumasına bırakılmış.
Mavi ile sınırlandırılmış alan Rusların korumasındaki Ermenilerin yaşadığı bölgeyi gösteriyor. Bu bölge yine Rusların denetimindeki Laçin koridoru ile Ermenistan’ bağlanıyor.
Anlatıldığına göre, 2020 Kasım’ında sona eren Karabağ Savaşı sonunda çekilmeye başlayan Ermeni kuvvetleri ve sivil halk, bizim gördüğümüz yerleşim yerlerini bu hale getirmiş. Bazı siviller 27 yıl yaşadıkları evlerini, yerleşim alanlarındaki okulları ve ormanları yakmışlar, enerji hatlarını yıkmışlar, meyve ağaçlarını kesmişler veya söküp Ermenistan’a taşımışlar. Gördüklerimiz bana Büyük Taarruz sonrası Ege’de gerçekleşen olayları ve İzmir yangınını hatırlattı.
Uluslararası Af Örgütü’nden (Amnesty International) kıdemli kriz danışmanı Donatella Rovera, Kelbecer’in tekrar Azerbaycan kontrolüne geçmesinden hemen sonra gerçekleştirdiği ziyaret sonucunda yaptığı değerlendirmede, Ermenilerin 27 yıllık işgal sürecinde de, bölgeden kaçan Azerbaycan Türklerinin kullanılmayan evlerini sistematik olarak talan ettiğini, tek bir kapı, pencere, kiremit bırakmadığını, eski mezarlıkları bile tahrip ettiğini rapor etmiş.
Kafkasya etnik olarak çok karışık bir bölge. Çok değişik gruplar bu bölgede yerleşik. Bunlardan bir bölümü Ermeniler gibi bu bölgenin kadim toplumları. Bir bölümü ise biz Türkler gibi buralara sonradan göç yoluyla gelmiş, yerleşmiş, devletler kurmuş.
Ovalara ek olarak, yalçın dağlarla bölünmüş vadilerin olduğu Kafkasya’da, toplumların birbirine karışmasını coğrafya da zorlaştırmış. Tabii bunda dinlerin ve hükümdarların/yöneticilerin kişisel hırslarının da rolü olmuş. Bu nedenlerle zaman zaman tüm toplumlar komşu toplumları katletmiş, mallarını, topraklarını yağmalamış. Yani yukarıdakileri okurken kimse salt Ermeni düşmanlığına soyunmasın lütfen. Umalım sadece Kafkasya’da değil tüm dünyada aç gözlülükler sona ersin, sorunlar konuşarak, anlaşarak çözülebilsin.
Ben Kelbecer’deyken, Ermenistan ve Azerbaycan cumhurbaşkanlarının, yer yer 3000 metreyi bulan yüksekliklerden geçen ve belirsizliğini koruyan sınırı kesinleştirmek, Karabağ’da yaşamaya devam eden Ermenilerin Azerbaycan devleti altında yaşam koşullarını belirginleştirmek ve bölgenin ulaşım sorunlarını çözmek üzere çalışmalara başlama kararı aldıkları haberi geldi. Ümit edelim ki, her iki tarafı da kısmen de olsa mutlu edebilecek kalıcı bir çözüm bulunabilsin. Bu sayede de tüm Kafkaslar’a refah gelsin.
Devam edecek…