Dr. Nevin Sütlaş
“Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır”ı iyi biliriz. Meğerse tersi de mümkünmüş. Kahve içmeden günü geçmeyen bir hanım, bir başka hanıma ev ziyaretine gitmiş. Gitmeden önce de “bir kahveni içmeye uğrayacağım” diye haber vermiş.
Kendisine Türk kahvesi ikram edilmeyince de nedenini sormuş. İkisi de Türk olduğu için “Türk kahvem yok ki” cevabına çok şaşırmış. Kahve içme isteğini açıkça belli edince ev sahibesi komşusuna sormuş. O da “benim de Türk kahvem yok, olsaydı bile zaten yapmasını bilmem ki” diye cevap vermiş. Bu durum karısında kahve düşkünü hanım bu iki hanıma da küsmüş. “Kahveye geleceğim” dediği halde kahve ikram edilmemesini ağır hakaret saymış.
Bu hikâyenin geçtiği yer Florida, hanımların üçü de yaşını başını almış, onlarca yıldır Amerika’da yaşayan ve de “God Bless Amerika” (Tanrı Amerika’yı korusun) diyen Türkler. Türk kahvesinin upuzuuun göçmen yıllarına bile dayanan gücüne bakar mısınız?
Ben ne Türk kahvesinden ne de herhangi bir kahveden anlarım. Bence dünyada kahve diye bir şey olmasa çok daha iyi olurdu. Ancak bu benim çıkıntılığım çünkü kimse benim gibi düşünmüyor. Hele konu Türk kahvesi olunca…
Türkler için Türk kahvesi çok önemli ama dünya bu konuda ne düşünüyor derseniz bizim Afrika’dan gelen bir tohumla yüzyıllardır yaşadığımız o özel aşktan haberleri bile yok. Haberleri olsa ne olur acaba diye merak ettinizse, birkaç şey anlatacağım.
ABD’ye göçünce vize gerekçesi ile bir dil okuluna kaydoldum. Öğrencileri dünyanın dört bir yanından gelen bu okulda farklı kültürler ile tanıştıkça da coştum. Okulun öyle bir âdeti olmadığı ve ben de milliyetçi biri olamadığım halde, bir Türk günü düzenlemeye karar verdim. Müdürden izin aldım. Zamanı ve mekânı ayarladım. Organizasyonu ben yaptım ama okulda öğrenci olan Türklerden de, okulla alakası olmayan başka Türklerden de yardım aldım. Türk gününü düzenledim.
Ülkenin turistik güzelliklerini yansıtan fotoğraflardan oluşan bir sunum, uyarlanmış göbek dansı falan filanla resmen resmigeçit yaptım. Türk el sanatlarından örnekler satanları davet ettim. Bir dostum, hem ebru yaptı ve yaptırdı hem de kimsenin varlığından bile haberi olmadığı bu sanatı anlattı. Türkiye ve Türklerle ilgili belli başlı özellikleri tanıtan minik afişler de hazırladım. Kiminde simit anlattım, kiminde Pamukkale travertenlerini tanıttım vs.
Hazırladığım Türk gününe damgasını vuransa elbette yiyecekler oldu. Bir hanım mantı yapmıştı, bir yandan kaynatırken bir yandan tas tas sundu. Bir diğeri kısır yaptı getirdi. Börek, poğaça yapanlar oldu. Yaprak sarmamız bile vardı. Ben bu yiyecekleri yapıp satan hanımlarımıza da bir tanıtım olur diye düşünmüştüm. O nedenle ücret talep etmeden yapıp getirdiler ve ücretsiz dağıttılar, sağ olsunlar. Yiyecekler kapanın elinde kaldı. Herkes ilk defa yediği bu lezzetlere bayıldı. Ancak ne o sırada ne de sonradan yiyecek siparişi veren olmadı. Emek verenler uğraştıklarıyla kaldı. Kültürümüzü tanıttık dedik, sineye çektik. Eee, sonuçta öğrenci milleti…
O günün en çok iz bırakan kısmı ise hiç tahmin etmediğimiz biçimde Türk kahvesi oldu. Okulun öğrencisi olan Sevinç’in o sıralar anne ve babası da Florida’daydı ve kızlarının etkinliğine onlar da katıldı. Sevinç’in babası kahve ocağının başına geçti. Bir yandan, makineyle falan değil cezve cezve kahve kaynatıp fincanlara doldururken, bir yandan da yapılışını anlattı. Sevinç’in annesi de isteyenlere kahve falı baktı. Onun fal bakması güne imzasını attı. Öncesinde tabağını doldurup doldurup arkasına bakmadan gidenler, kahve fincanları ellerinde upuzun bir kuyruk oluşturdular. Bu noktada belirtmesem olmaz; kahve falı baktıranların hiçbiri Türk değildi ve telve lekelerinden gelecek öngörüsü yapıldığını ilk kez duyuyorlardı. Lokumla birlikte sunduğumuz kahvemizi çok sert buldularsa da sonuna kadar içtiler çünkü sonrasındaki fal baktırma işine bayıldılar.
O gün için çok başarılı oldu diyemeyeceğim. Doğru dürüst ne giysi satışı oldu ne de takı. Ne günlerce hazırlığını yaptığım afişler doğru dürüst okundu ne de turistik yerlerimizi tanıtan videolarla ilgilenildi. Ancak gene de herkesin belleğinde Türk günü iz bıraktı. Övgüyle söz edenlerin ve “gene yapsana” diyenlerin arkası kesilmedi. “Siz de kendi ülkeniz için yapın, sıra dönünce ben yeniden yapacağım” dedim. Başka hiç kimse kendi ülkesi için böyle bir etkinlik düzenleme yükünü üstlenmeyince, bana da ısrar etmekten vazgeçtiler. Bense bu vesileyle kahvenin gücüyle bir kez daha tanışmış oldum. Bu olaydan yıllar sonra ise “Turkish Coffee Lady” ile tanıştım.
Gizem Şalçıgil White, (manşet fotoğrafında solda) namı diğer “Türk Kahveci Güzeli” meğerse bizim Vedat Dalokay’ın torunu değil miymiş? Benden genç olanlara mimar Vedat Dalokay’ı mutlaka anlatmak isterim ama hadi konu dağılmasın şimdi. Gizem Hanım Ankara’da yetişmiş, ODTÜ mezunu, ekonomi ve pazarlama konularından iyi anlayan bir Türk kızı. Kendi deyimiyle cesur bir girişimci. Giriştiği alan da kahve.
Türk kahvesinin pek tanınmayışından yola çıkmış. kültürü ile birlikte dünyaya tanıtmaya ahdetmiş. Önce Facebook ile başlamış. Sonra tanıtım işini büyütmüş. Kurukahveci Mehmet Efendi’den destek almış. Başka destekçiler de bulmuş. Kendi dizayn ettiği bir kahve TIR’ı ile ABD’yi dolaşarak Türk kahvesini tanıtmaya başlamış. Gazetelere televizyonlara çıkmış. Yaptıkları duyuldukça ödüller almış. İşi ilerletince Amerika’da bir Türk kahvecisi de açmış. Arada bir bebek doğurmuş, bir de meme kanseri tedavisi geçirmiş ama girdiği yoldan vazgeçmemiş. Benzer bir etkinliği kiraladığı bir dondurmacı arabasıyla dolaşarak Avrupa’da da gerçekleştirmiş, Avrupa Birliği binasına bile kahve tanıtımını sokmuş…
Amerika girişimciler ülkesi. Türkiye ise “icat çıkarma şimdi”lerin ülkesi. Ancak zamanla her şey değişiyor. Türkler de girişimci olmaya başladılar, tek tük de olsa. Ancak ilginç olan, Türk kızlarının Türk erkeklerinden daha girişimci olmaları.
Gizem Hanım “Turkish Coffee Lady” olarak Florida Türk Derneğinde bir tanıtım yapmaya geldiğinde, izleyiciler arasındaki Jülide Hanım’ın “erkeklerin yarattığı dünyanın hali malum, artık zaman kadınların zamanı olsun, dünyayı bundan sonra kadınlar yönetsin istiyorum” demesi büyük alkış aldı. Erkeklerden bile alkış aldı.
Eskiden beri söylenir: Tek kanatla uçulmaz. Kadınlarının önünü tıkayan toplumlar ilerleyemez vb. Kadın kotası, pozitif ayrımcılık ve benzeri laflar havada uçuşsa da ülkemiz kadın hakları açısından koşar adım geriye gidiyor. Ancak bu tersliğin bir de ters yüzü var. Koşullar yüzünden ülkesinde tutunamayan kızlarımız, göçtükleri yabancı ülkelerde serpilip gelişiyor ve vazgeçilmez birer değer olarak saflarda en önü kapmaya başlıyor. Kimi yapay kalp cerrahı olup Forbes dergisine kapak oluyor (Dr. Dilek Gürsoy), kimi akademisyen olup Amerikalılara Amerikanca öğretiyor (Profesör Gülşat Aygen), kimi Demokrat Partilerde başkan yardımcısı olup göç politikalarını düzenliyor (Aydan Özoğuz), kimi bakan olup Adalet (Dilan Yeşilgöz) ve Kültür (Günay Uslu) işlerini yönetiyor, kimi sosyal medyada 30 bin Türk göçmen kadını bir araya getirip dert ve çözüm ortağı olmalarını sağlıyor (Pınar Erbaş, Esra İyidoğan), kimi de kahveci güzeli olup (Gizem White) 500 yıllık bir hikâyeyi paylaşıyor.
Türkiye’nin bir geleceği olacaksa en çok da bu göçmen kadınlar sayesinde olacak bence. Yangın yerinde kalanların boğuntusu atılımı engelleyecek kadar şiddetli çünkü. Dilim böyle söylese de kalbim giden ya da kalan bütün CESUR kadınlarla birlikte atıyor.
Ne denmişti “kahve bahane, muhabbet şahane”. Kahve muhabbetini başkalarını dolayısıyla da kendilerini tüketmek için harcayanlara boş vererek, ben de içmediğim kahvenin fincanını üreten bütün kadınların şerefine kaldırıyorum:
Canımın parçası saydığım bilgili, yürekli, öncü ve de güce güç katan kadınlar. Şerefinize…
Tüketmekten başka marifeti olmayanlara da haydeee…