Hep Cahit Sıtkı’nın kabahatiydi. “Yolun yarısı eder” dediği için 35 yaşıma basmakta oluşum beni çok mutsuz etmişti.
“Demek dönüşe geçtik oysa yapmak istediklerimin çoğunu yapamadım” paniği ile her şeye saldırmıştım. Bütün gün yoğun bakım biriminde çalışıp yaşamla ölüm arasındaki çizgide koşuşturduğum yetmiyormuş gibi her akşam iş çıkışı bir başka kursa gitmeye başladım. Bir enstrüman bile çalamıyorum; hadi bu akşam gitar kursuna, doğru dürüst figür bilmiyorum; hadi yarın akşam dans kursuna, niye çok dilli biri değilim; hadi öteki gün İspanyolca kursuna… Hayat kaçıyor diye tam hız kovalamaya başlamıştım…
Biz dört kardeşiz. En büyük benim, en küçüğümüz de kız. Ailenin kızları en ağır üniversiteleri seçmişken oğlanları liseden sonra doğrudan hayat üniversitesine daldılar. O nedenle de kızlar boğazını zor doyururken erkekler keselerini rahatça doldurdular. Ticarete en becerikli olan erkek kardeşim aşırı çalışkanlığı da eklenince gerçekten zengin olmuştu. Zengindi ama paragöz değildi. Parasını bizle de paylaşmak istemesine ben şiddetle direniyordum. Ancak otuz beşinci yaş günü hediyemi seçerken tam on ikiden vurmuştu. Kanarya Adaları’na bir turdu hediyesi. Üstelik eşim ve kızım da dahildi aldığı pakete. Pahalı hediyeleri anında iade eden ben, bayılarak kabul ettim bu turu.
Caddebostan’ın butik bir şirketinin düzenlediği turun müşterileri de kalburüstüydü. Oysa bu katılımcıların derdi gezmekten çok alışveriş olunca hemen hepsi turun ilk uğrak yeri olan Madrid’de kaldığından Kanarya Adaları’na sadece iki aile uçtuk. Üstelik rehberin de Madrid’de kaldığını uçağa binene kadar bilmiyorduk. Butik şirket kazığı yemiştik!
İlk kez gittiğimiz Tenerife Adası’nda ne rehberimiz vardı ne de turla gezme şansı. Sene 1994 idi ve adada yerli dili dışında sadece İspanyolca konuşuluyordu, İngilizce bilen varsa da biz bulamadık. İyi ki benim yaş dönümü krizim yüzünden ailece İspanyolcaya başlamışız, birbirimizin açığını kapatarak çat pat da olsa işimizi gördük.
Otelimiz şirketin ikinci kazığıydı çünkü merkeze uzak bir dağ başında olduğu için araba kiralamaktan başka şansımız yoktu. Gene çat pat konuşarak bir araba bulduk ve artık kankamız olan diğer çifti de arka koltuğa almak zorunda kaldık çünkü “biz kendimiz dolaşamayız bizi de alın” diye yalvar yakar olmuşlardı. Zavallı kızım da bulabildiğimiz küçücük arabada arka koltukta ikisinin ortasında sıkışarak seyahat etmek zorunda kaldı…
Akşam otele dönüp asansöre bindiğimizde yeni bir şok dalgası vurdu. Asansördekiler çıplaktı. Meğerse çıplaklar otelindeymişiz. Biz ikimiz de doktor olduğumuz için insan bedeninin hiçbir bölümünü görmekten rahatsızlık olmayız ama kızımızın yanımızda olması epeyce huzurumuzu kaçırdı. İlk tepkim kardeşime oldu: “Yahu hadi ablana tur alıyorsun, kocasını ve kızını niye karıştırıyorsun?” Şöyle tek başıma yapsaydım ya şu turu, üstelik tam da kafam bozukken…
Çıplaklık bizim gibi toplumlarda ayıp karşılanan, kabulü zor bir olgu. Kendi dar çerçevemizden baktığımızda biz bunun teşhircilik olduğunu sanıyoruz. Oysa tümden çıplak olmayı hayat biçimi olarak seçenlerin felsefesi apayrı. Onlar “biz neysek oyuz” deyip giysilerin altında gizlenmeyi insan doğasına aykırı buluyorlar. O yüzden de sarkmış buruşmuş, çirkin güzel umurlarında değil. Zaten birbirlerini de incelemiyorlar. Çıplaklara aç kurtlar gibi bakanların hepsi giyinik olanlar. Kumaşlara en çok sarınanlar da en aç gözlü olanlar…
Bu İspanya-Kanarya turumu 30 sene sonra anımsamamın nedeni İspanya’da patlak veren turist düşmanlığı. Şu sıralar İspanya “turist istemezük” naralarıyla çınlıyor. Ülkenin hemen her turistik yerinde protestolar var. Hem de öyle üç beş kişilik değil, on binlerin katılımıyla.
İspanyolların turist istemeyişlerinin en başta gelen nedeni ev krizi. Turist akını yüzünden ev kiraları uçmuş. Çoğu ev sahibi uzun süreli kiraya vermek yerine kısa süreyle turistlere verdiği için gençler ev tutamayıp ailelerinin yanında yaşamak zorunda kalıyormuş. “Airbnb yasaklansın” diyenlerin başında gençlerin olması bu yüzden.
Protesto işinde o kadar ileri gitmişler ki turistlerin en çok tercih ettiği sahillere “dikkat zehirli balık çarpar” ya da “bu kıyıda deniz anası salgını var” falan gibi sahte tabelalar çakmışlar. “Hey turist, hadi evine dön” gibi grafitilerle donatmışlar pek çok yeri…
“Turist iş kapısıdır, gelir kapısıdır” lafları havada kalıyormuş çünkü gençler “turizm işinde çalışabilmemiz için o civarda bir yerde yaşamamız lazım, oysa kazancımız evin kirasına bile yetmiyor, işi de istemiyoruz turisti de” diye ayaklanmışlar. Turistik adalarda çalışanların ev yerine arabalarda ve parklarda uyuduklarına dair haberler var.
Barselona şehrinde turistlere “hadi evinize” diye sokaklarda su tabancası ile saldıranlar varmış. En sonunda Barselona hem yeni Airbnb ruhsatı vermez olmuş, hem de şehre yanaşan turist gemilerinin sayısında kısıtlamaya gitmiş. Yakında diğer şehirler de benzer önlemler alacakmış.
1960’larda turizme açılan İspanya Avrupa’nın en çok turist ağırlayan ülkesi. Yılda 120 milyar dolardan fazla kazanıyor ki ikinci olan Fransa’nın geliri bunun yarısı kadar. İspanya ekonomisinin belkemiği olan turistleri kovalamaya çalışmanın ekonomik nedenlerinin yanı sıra kültürel nedenleri de varmış. “Geleneksel değerlerimiz alt üst oldu” diye yakınanlar da dindar muhafazakârlar değilmiş. Özellikle Katalan bölgesinde bu konuda başı çekenler çıplaklarmış. Turistlerin inceleyen ve yargılayan bakışları yüzünden doğal düzenimiz altüst oldu, kendi plajlarımıza gidemez olduk diye turist istemiyorlarmış…
Benim yaşım Türkiye’nin turizme açılmaya başladığı yılları hatırlamaya uygun. Turgut Özal iktidardayken zamanının aydınları “turizme betonla açılınmaz” diye epeyce bir yazıp çizmişlerdi. Kötü örnek olarak hep İspanya gösterilirdi. “Bakın bütün sahillerini yüksek oteller apartmanlarla kapladılar, şimdi çok pişmanlar, onların yanlışından örnek almalıyız, turist doğal olana, otantik olana gelir, betona değil” diye yırtınmışlardı. İspanya’nın Antalya’sı olan Malaga’yı ilk gördüğümde ne demek istediklerini anlamıştım.
Daha iyi anlamamı sağlayansa çok komik bir anım. Yıllar sonra bu kez kız kardeşimle beraber tursuz rehbersiz kafamıza göre bir Endülüs gezisi yapıyorduk. O zamanlar daha cep telefonları yeniydi ama GPS yüklü değildi. Bir şehirde yürüyerek gezerken farklı sokaklara sapıp birbirimizi kaybedince telefonlara sarıldıksa da bir türlü olduğumuz yeri birbirimize anlatamıyorduk. Sonra zeki (!) ben, kız kardeşime “kafanı yukarı kaldır, devasa bir inşaat vinci göreceksin, işte tam onun altındaki dar sokaktayım” diye kerteriz verince kız kardeşim kahkahalara boğuldu. “Sen o dar sokaktan ters yön yürüyerek meydana çık, ben oradayım” dedi. Dediğini yapıp meydana çıktığımda kahkahalarının nedenini anladım. Ömrümde görmediğim kadar büyük bir inşaat vinci vardı ya o sokakta, işte o vincin onlarcası ile kaplanmıştı bütün meydanın gökyüzü. Meydana yıldız gibi açılan bütün sokaklar inşaat alanı, bütün gökyüzü de vinç mezarlığıydı. Ben daracık sokaktaki daracık bakış açımla sadece birini görünce…
İspanya işte böyle bir inşaat hızı ile betonlaşmıştı. Onlarınkiler gibi bizim aydınlarımız da buna karşıydı ama onlar ne derse desin “Beton İktidarı” bizim kıyılarımızı da hızla istila etti. Gene de yetmedi ki ev fiyatları azalacağına arttıkça arttı. Ne kadar çok ev yapıldıysa ev fiyatları da o kadar çok arttı. Her iki ülke de dışarıdan göç aldıkça aldı. Gelenlere bu fiyatlar batmadı ama yerliler için hayat giderek daha da zorlaştı…
Eskiden turist gelsin de nasıl gelirse gelsin diye kendini paralayan İspanya’nın şimdi “defolsunlar” mitingleri yapması çok ilginç.
Ülkemiz İspanya’dan çok farklı. Bizde turiste en çok karşı olanlar “çocuklarımızı çıplaklığa özendiriyorlar” diye kızarken oradaki en çok karşıt olan “çıplaklığımızı dikizliyorlar” diye kızıyor. Ne ilginç değil mi?
Karşıtların birlikteliğiyle dünya çok ilginç bir yer gerçekten. Bence her tepkinin arkasında sadece ve sadece para var, ötesi bahane. Turist gelsin diyen para getirsin diye, gelmesin diyen de pahalılık getirdi diye kızıyor.
Ancak bir de çevrecilerin karbon izi dayatması var. Onlar da “her seyahat dünyayı biraz daha kirletiyor, oturun oturduğunuz yerde” diye çabalıyor. Onlar dese de demese de her çalışan ve dolaşan araç ile havanın karbon dioksiti yani pisliği hızla artıyor.
Ne yapacağız biz şimdi biz bu karbon boğuntulu havalarda? Gidecek gezecek görecek miyiz, oturacak kalacak çürüyecek miyiz?
Biz gitsek de gitmesek de bize gelenlere ne demeli? Sadece Suriye’den gelenlere kafayı taktıksa da aslında gelen gelene. Ukrayna’daki savaştan kaçan, Afrika’daki yokluktan kaçan, İran’daki baskıdan kaçan, Amerika’daki yalnızlıktan kaçan, Avustralya’daki pahalılıktan kaçan, İskandinavya’daki soğuktan kaçan falan filan için de Türkiye iyi bir seçenek. Bunu ben demiyorum. “Youtuber” denilen her bir milletten insanlar diyor. Telefonun ekranı ile kanal sahibi olan pek çok kişi yurdun turistik yerlerini gezerken “Türkiye’ye geldim, hadi siz de gelin” diye göstererekten reklam yapıyor. Son yıllarda Türkiye güzellemesinden geçilmiyor Youtube’da. Sonuçları da Ege ve Akdeniz kıyılarına ev alarak yerleşen ya da kiralayan yabancıların sayısındaki patlamada…
Biz İspanya’dan on beş yirmi sene sonra girdiydik turizm işine. Ancak aynı şekilde yola çıkmıştık, sonumuz da İspanyollarınki gibi olacağa benziyor…
İspanyollar diyor ki, “Biz turiste karşı değiliz, böyle her ipini koparanın gelmesine karşıyız”. Türkler diyor ki, “Biz göçmene karşı değiliz, böyle her ipini koparanın gelmesine karşıyız. Yani herkes diyor ki zenginsen gel başımın üstünde yerin var. Benim gelirimi azaltıyorsan da cehennemin dibine kadar yolun var. Demek ki neymiş, parayı veren düdüğü çalarmış.
Ancak kaçırdığımız çok önemli bir gerçek var: Gelenin getirdiği paranın çalışanların cebine girmediği. O yüzden halkın nerdeyse her kesiminin isyan ettiği İspanya örneğinin iyi incelenmesi gerekiyor.
Not: Bu konuda İngilizce bir haber okumak isterseniz tıklayın
Görsel: Global News