İnsan insan olarak mı doğar, yoksa insan olma potansiyeliyle mi doğar?
Bu soruya cevap vermek için belki de “insan nedir” sorusuna cevap vermemiz gerekiyor öncelikle. Ama insan bu. Fiziksel boyutu var, biyolojik boyutu var, kimyasal boyutu var, psikolojik boyutu var. İnsan ortalama şu boyda, şu kiloda, iki ayak üstünde yürüyen vesaire diye bir tanım yapsak… olmaz. İnsan şu şu hormonlar, şu kadar kan, bu kadar etten oluşan bir varlıktır desek… o da olmaz. İnsan duyguları olan, ağlayan, gülen, âşık olan, kendi yarattığı semboller için ölen, ölebilen bir varlıktır desek… Yetmez.
Bir kere bu tanımların hiçbiri insan yavrusu için zaten geçerli olamaz. İnsan yavrusu gelişmesini büyük ölçüde doğumdan sonraki süreçte tamamlar. İnsanın yavrusu eksikli doğar yani. Kafatasındaki delik (bıngıldak) bile kapanmamıştır doğduğunda. Kafatası da tam olarak sertleşmemiştir. Yanlış pozisyonlarda kafası yamulabilir çocuğun. Ve bu insan yavrusunun yetişkin olması için gereken süre en azından 18 senedir. Demek ki insan, insan olarak doğmuyor. İnsan yavrusu beşer olarak doğuyor. Bu beşer insan olma potansiyeline sahiptir. Ve her beşer yaşarsa yirmisine, otuzuna, kırkına gelir… Bu gelişte, gelirken, yani ömür yolunda yürürken de tecrübe edinmesi, yaşının gerektirdiği bir olgunluğa sahip olması beklenir. Hepsi o olgunluğa erişir mi? Hayır. “Beklenen olgunluk nedir” diyecek olursanız, yani “bunun ölçüsü nedir hocam” diye soracak olursanız, olgun insanlardır derim. Bakın etrafınıza. Onlarca, yüzlercesi arasından bir iki tane vardır ki onları bir başka sayarsınız. Bu tip insanlara onları sevmediğiniz de bile saygı duyarsınız. Sözlerine bir başka kulak verirsiniz. Kimileri eğlenceliktir. Çoğu insan böyledir. İyidirler hoşturlar ama… Aması vardır işte.
Fakat ansızın biri çıkar karşınıza size bir cümle eder, üç gün üç gece düşünürsünüz. Hah işte, o insana iyi bakın. Doktorlar değil ama hekimler, öğretmenler değil ama hocalar, mühendisler değil ama ustalar, sürücüler değil ama şoförler mesela. Artistler değil sanatçı olanlar. Ressamlar, heykeltraşlar, şarkıcılar değil, sanatçılar.
Ressamın bilge olanı sanatçıdır. Doktorun insan sevgisi taşıyanı, insan sevgisinin önüne parayı koymayanıdır hekim. Hastasının gözünün içine bakan, onu acele etmeden, baştan savma değil, hakiki bir dikkatle dinleyen. Dokunmayı hekimliğin şartı belleyendir o. Muayene eder hastasını. Ciğerlerini dinler. İç organlarını elleriyle bulur, yoklar, yerli yerinde olup olmadığına bakar. Doktorun olmamışı, olgunlaşmamışı hastasını müşteri yani para olarak görendir. Başını kaldırıp yüzüne bile bakmaz. Çeker önüne reçeteyi ve şu şu şu tahlilleri yap, şu röntgeni çek, emar çek, ekg çek getir de konuşalım der. O bir işletmeci kafası taşıyan doktordur. Doktor gövdesinde tüccar kafası. Olmamıştır işte. Ham kalmıştır. Hâlâ beşerdir. Yani hâlâ en ilkel dürtülerinin etkisinde, en ilkel hazların peşindedir. Yemek, üremek, eğlenmek. Biriktirmek peşindedir. Para, mal, vs.
Eğitimini bitirdikten sonra tek satır okumayan beşerin olgunlaşması mümkün değildir. Makale, bilimsel yazılar, kendi alanına ait okumalardan çıkan şey o dar alanın bilgisidir. O kadar. Bir beyin cerrahı sadece beyni biliyorsa, sadece iyi kesip biçiyor diye hekim olmaz. Olamaz. Doktordur o. İyi bir doktor da olabilir. Ama olgun, kâmil insan olmaz. İnsan üzerine, toplum üzerine okumamış, düşünmemiştir. Edebiyatı bilmez. Edebiyat edepten gelir. Edebiyatı bilmeyenin edebi zayıftır. Eliyle keser, biçer, diker ama diliyle ve tercihleriyle toplumu döver, aşağı çeker. Bir toplumu işçiler, işsizler, yoksullar değildir aşağı çeken. Toplumsal kaliteyi düşüren onlar değildir. Onlara henüz yarınından emin olma şansı bile tanınmamıştır çünkü. Onlara henüz karnını layıkıyla doyurma ve düşünme aşamasına geçme fırsatı verilmemiştir. Onlar geçim derdindedir. Ve geçim derdi dertlerin en zorudur. Uyutmaz adamı.
Oysa doktorların, öğretmenlerin, memurların, seçilmişlerin geçim derdi yoktur. Onların “seçim” derdi vardır. Kendilerini geliştirmeyi seçmekle, deli gibi kazanıp deli gibi harcamak arasında bir seçim. Sabahtan akşama hastahane ve kliniğinde hasta bakan doktorla, sabahtan akşama okulda ve evinde ders veren öğretmen iyi kazanır ve iyi harcar. Ama ufku işte o iki derslik ya da muayene arasındaki mesafe kadardır. Entelektüel olamaz. Okumaya, düşünmeye vakti yoktur çünkü. Zamanı kazanmak ve harcamak arasında bölüştürmüştür. Tatilleri birleştirip gezmeye gidecek. Yemeğe gidecek. Alışverişe gidecek. Kış geldi Uludağ’a gidecek. E kar kıyafeti lazım. Daha büyük eve çıkacak. Avluya havuz konduracak. “Porşe” alacak. Bitmez.
Hayat böyle geçer mi?
Yüzde 90 için böyle geçer. Gailesiz. Gailesizlik insanın olgunlaşması önündeki en büyük engellerden biridir. Gailesi olmalıdır insanın. İnsanın en büyük gailesi de, en büyük çabası da öncelikle insan olmak olmalıdır, olgun, kâmil insan olmak. Bu çabayı gösterenler için ömür hep bir öğrenme ve pişme sürecidir. Kendini buna adayan insanlar çok güzel yaşlanırlar. Diğerleri ise kocarlar. Yaşlanmak ile kocamak arasında epey büyük bir fark vardır. Kendini içinde bulunduğu sisteme entegre edenin kocaması kaçınılmazdır. Hayat bir rutin haline gelmiştir. Dükkânı aç dükkânı kapa. Derse gir, dersten çık. Bankaya git, gel. Uyu uyan gene git gene gel. Vekil ol, meclise git, elini kaldır elini indir mesela.
Hayat çünkü iki şey arasına sıkıştırılamayacak bir şeydir. Hayat tekrarlayan eylemlerle tüketilmesi gereken bir ömür değildir. Yaşamak diyorum. Para kazanmak ve harcamak için değildir olamaz. İnsan olmak… kısacası insan olmak robot olmak değildir.
Fotoğraf: Nazi selamı vermeyi reddeden August Landmesser.