Türkiye’nin, Finlandiya ile İsveç’in NATO üyeliklerine “kırmızı ışık” yakma niyeti son günlerde uluslararası alanda da en çok tartışılan konuların başında geliyor.
Ankara’nın “teröristlere destek verdikleri” gerekçesiyle söz konusu iki ülkenin üyeliğini veto edeceğini açıklamasından sonra NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg’in başını çektiği yoğun bir pazarlık süreci başladı. İsveç Dışişleri Bakanı Ann Linde ve Finlandiya Dışişleri Bakanı Pekka Haavisto Berlin’de apar topar Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ile görüştü.
Kuşkusuz, ABD’nin de ağırlığını koyacağı pazarlık devam ediyor ve hem Brüksel’den hem Helsinki’den hem de Stockholm’den Türkiye’ye yönelik gayet “yumuşak” ve “dostça” mesajlar geliyor. Örneğin, Stoltenberg, “Tüm NATO müttefiklerinin Türkiye’nin PKK tehdidi dahil tüm kaygılarının giderilmesi için masaya oturmaya hazır olduğunu” söylüyor. Finlandiya Devlet Başkanı Sauli Niinisto, “Türkiye’nin terör konusundaki endişeleri ciddiye alınmalı. Terör saldırılarında çok sayıda Türk vatandaşı hayatını kaybetti” diyor. İsveç Başbakanı Magdalena Andersson da, “Türkiye’nin taleplerini ve sorularına yanıtlarımızı doğrudan Türkiye’ye vereceğiz. Her türlü sorunu ya da yanlış anlaşılmayı gidereceğiz” diye konuşuyor. Hatta Finlandiya Dışişleri Bakanı Pekka Haavisto, Türkiye’nin ürettiği İHA ve SİHA’lara atıfta bulunarak, “Türkiye’de Finlandiya’nın ilgisini çekebilecek bazı silah teknolojileri var. Herkes bu dronları ve diğer sistemleri takip etti. Ama acele etmek istemiyorum. Önce mevcut müzakerelerin durumuna bakalım” diye “kaz gelecek yerden tavuğu esirgemeyecekleri” mesajını veriyor.
Diplomasiyi kısaca dış politikayı yürütme aracı olarak tanımlamak mümkün. Her ülkenin dış politikada hedefleri vardır ve bu hedeflere ulaşmak için diplomasiyi kullanır. Diplomasi aynı zamanda “al-ver” oyunudur; kimi zaman sabır ve çelik gibi sinir gerektiren pazarlıklar sonucu ülkeler alabileceklerinin en fazlasını, verebileceklerinin en azı karşılığında elde etmeye çalışır.
Ama diplomasi aynı zamanda her ülkenin siyasi, ekonomik ve askeri gücüyle de bağlantılıdır. Yeterli güce sahip değilseniz, muhatabınıza karşı kullanabileceğiniz, üzerinde baskı kurmanızı sağlayacak kozunuz yoksa diplomasi bir işe yaramaz. Bu silahlara sahip değilseniz herhangi bir konuda haklı olmanız karşı tarafa otomatikman istediğinizi yaptırabileceğinizi yaptırabileceğiniz anlamına gelmez.
NATO’da veto hakkı bulunmasa, Finlandiya ve İsveç Türkiye’ye yukarıdaki gibi “dostça” mesajlar verir miydi?
Elbette hayır.
Hatta belki de “içişlerimize karışıyorsunuz” diye ortalığı ayağa kaldırırlardı.
İşte diplomasi böyle bir şey.
İkna, pazarlık, baskı, tehdit ya da şantaj, adına ne derseniz deyin diplomasi uluslararası ilişkilerde tüm bunların zarif bir şekilde ambalajlanmış halidir.
Karşı tarafa istediğinizi yaptırabilecek gücünüz ve kozunuz yoksa haklı olmanız hiçbir işe yaramaz.
Yakın geçmişte bunun çok çarpıcı bir örneğini yaşadık.
24 Kasım 2015’te Türkiye hava sahasını defalarca ihlal eden bir Rus jetini düşürürken kağıt üzerinde haklıydı.
Ama sonradan olanları biliyoruz.
Bu sefer hem haklı hem de güçlü görünen Türkiye bakalım istediğini elde edebilecek mi?