–Kızımı kaybettim dedi adam. Kan kanserine yakalandı.
Sanki birden boyut değişti… Kadın donakaldı… Ege’nin mavisi siyaha dönüşüp bir bıçak gibi yüreğinin derinlerine saplandı aniden… Nefesini tuttu! Gözleri dolup, taştı… Ne denir? Ne yapılır? Nasıl davranılır, böyle acı ötesine?
Adam sol elini uzattı kadına doğru… Orta parmağındaki kırmızı lastik yine çok dikkat çekti bir an… “Kemoterapi sonrası saçları dökülünce peruk almıştık kızıma… İşte bu lastikle saçlarını toplardı.”
Yaşlar süzüldü usulca… Derin sessizlik kapladı kumsalı…
Nereye ait olduğunu hissedemediği için olsa gerek uzaklara gitme isteği ağır basıyordu uzun zamandır… Öyle çok kayıpları olmuştu ki hayatında… Pandemi bile tüm dünyayı etkisi altına alırken onu da sarsmış ama yıkamamıştı. Lakin çok yorgundu artık yüreği… Ne doğup büyüdüğü şehir, yaşadığı yer aynıydı ne kendisi ne de tanıdığı insanlar… Teknoloji ile değişimin akıl almaz hızda arttığı uzay çağında hani bir serseri mayın koştura koştura gelip yerleşmişti sanki düşüncelerine “Zamanın dar… Buldun buldun, yaşayacağın bir yer… Yoksa patlayacağım!” der gibiydi ruhunun derinlerinde…
Köklerinde Girit adası ve Selanik olan Ege’nin mavisine çılgınca tutkun bu kadın, işte şimdi Gökçeada’daydı. Batının en ucuna, sınırların son yamacına dayanmıştı… Geçen yıl geldiğinde vurulmuştu adanın bu çağa meydan okurcasına olağanüstü bakir kalmışlığına… Yılın neredeyse 300 günü esen poyraz rüzgârlarına yüzyıllardır kafa tutan duruşuna… Oysa Ada’ya feribotla yaklaşılırken görünen volkanik dağlar ve kayalıklar öylesine çorakken içlere doğru adım atmaya başlandığında sanki çölde yürürken karşılaşılan bir vaha gibi karşılıyordu misafirini… Her köyünü, sokak aralarında eski taşlarını adım adım dolaşıyordu kadın. İliklerine kadar hissetmek istercesine çekiyordu ciğerlerine kekik kokulu o güzelim havasını… Zeytin ağaçları kucaklıyordu onu gezdiği yollar boyunca… İncitici hiçbir anı yoktu yürüdüğü o sokaklarda, uğradığı mekânlarda… Gözüne çarpan mavi ya da turkuaz boyalı kapılar, pencerelerde… Eski Rum evleri, bahçeleri, meyve ağaçlarında… Güzel anıları biriktirebilecekti nihayet. Dağ keçileri, alıcı kuşlar, martılar hatta yolda yürüyen kaplumbağa ya da kirpi eşlik ediyordu yolculuğunda içtenlikle ve sadece dostça… Artık orada kalıp devam edebilir miydi özlemini duyduğu hayata?
Mutlu muydu?
-Evet, hem de çok…
Peki, oraya ait olabileceğini hissedebiliyor muydu?
-?
İşte! Bu duygularla dolu kadın gizli limana gittiğinde yaklaşık 10 kadar ve hepsi açık olan kafe arasından garip tesadüfle tek kapalı olana “ Merhaba, Merhabaa!” diye seslenmişti…
Geçmişinden uzakta, yeniden sadece ve sadece güzel anıları biriktirebileceği, sığınacağı son liman… Zamanın yavaşça ilerleyebildiğini düşündüğü bu adanın uçsuz bucaksız bakir kumsalında yeni tanıştığı adam “Kızımı kaybettim” dediği an; yine çok ağır dağlandı o çırpınan yaralı yüreği… Kendi çocuklarını düşündü anlık, onlara bir şey… Hayır, hayır! Kovaladı hemen aklından… Düşünce olarak bile kabul edemeyeceğiydi.
Dönüş yolunda güneşin batmasıyla bastıran karanlıkta ağır ağır yol alırken bedeninin tüm enerjisini o kumsalda bıraktığının farkındaydı. Oysaki adama çok üzüldüğünü belli etmemeye çalışmıştı. Sessizce süzülmüştü yaşları… Lakin gecenin karanlığında yalnızken tutamıyordu artık kendini hıçkırıkları ormanın derin sessizliğinde dolun ayın parlayan yüzünü aşıp ta karanlığına ulaşıyordu…
Sonraki günlerde her buluşmalarında adam anlatmaya devam ediyordu hayat hikâyesini ve kadın sadece dinliyordu.
Yangın söndürme pilotuydu adam ama pilotluğu bırakmıştı. Ülkenin neredeyse her yerini karış karış gezdiğini söylüyordu. Tarım bölgelerinde hatta Harran ovasında zirai ilaçlama yaptıklarını anlatıyordu. Kadın da görmüştü uçsuz bucaksız Harran ovasını, dünyanın ilk üniversitesinin orada inşa edildiğini, hayranlıkla gezdiği konik evleri… Hele son yıllarda gün ışığına çıkan Göbeklitepe’yi… Tüm tarih sayfalarının ezberini bozan insanların yerleşik düzene geçişinin 9 bin yıl önce olduğunu alaşağı edip 12 bin yıllık geçmişi gözler önüne seren ve koskoca insanlık tarihini yeni baştan yazdıracak Göbeklitepe… Lakin sanki uzaktı oralardan adam…
Masal gibi Ada’nın her gün yeni bir güzelliğini yürekleri kıpır kıpır gezmeye başlamışlardı. Bademli köyüne gittiklerinde “Mustafa’nın kayfesi’inde yan yana oturup kahve yudumlarken, bomboş masalar arasında ağaca asılı duran bir tahta fenerin suskunluğunda, dağların arasından uzanan masmavi koyu izlerken birbirlerinin üşüyen ellerini sımsıkı yakalamışlardı birden…
Yalnız şaşkınlık yaratıcı bu başlangıçta; daha ilk gün, kadının aklına “Adamın anlattıkları sanki bir film gibi …” düşüncesi asılı kalmıştı. Bu hikâyeyi yazmak istemişti.. Adam da “Yaz tabii, yaz!” diye onay bile vermişti oysaki… Bazen dinlerken, konuşmalarından çıkardığı sonuç “Acaba bu adam çok fazla mı film izlemiş? Sanki filmlerden izlediklerini aktarıyor” diye düşünmeden edemiyordu. Kadının kafasında deli sorular daha çok yoğunlaşmaya başladığında ise kovuyordu bu soruları çünkü ya o gözyaşları, gözyaşları neydi peki?
Tepeköy’de dağ suyunun aktığı çeşmenin gürül gürül çağıldayışına eşlik eden 600 yıllık çınar ağacının yaprakları rüzgârda senfoni gibi geliyordu ikisinin de kulaklarına… Adam teker teker su bidonlarını doldururken, kadın yüzyıllar ötesine ait taş kalıntıları üzerinde ve ağaçların altında dolaşırken içinde müthiş bir hisle gülümseyerek derin derin içine çekiyordu büyüleyici havayı… Birden gözüne bir ağaç takılmıştı o esnada… Büyük ihtimalle yıldırımın düştüğü için olsa gerek kocaman heybetli bir ağaç sol yanına boylu boyunca uzanmıştı. Yara aldığı yeri iyice oyuk kalmıştı. Lakin yine de birkaç köküyle de olsa tüm gücüyle son kez tutunmuştu toprakta kalan kendi gövdesine… Ve yeniden hayat bulmuştu toprağa boylu boyunca uzanmış yatan o gövde… Sadece artık gökyüzüne doğru değil l de düştüğü toprak üzerinde sola doğru büyüyordu… Lakin tüm yaprakları güneşe, gökyüzüne çevrili olarak ve yine tüm heybetiyle…
Merkeze indiklerinde ev yemekleri yapan küçücük bir dükkânda yedikleri zeytinyağlı yaprak sarmasında adam babaannesini buluyor kadın ise çok özlediği annesini… Keyifle yeniyordu her lokma, paylaşılan her yudum…
Bir yanda dağlar, öte yanda alabildiğine uçsuz bucaksız Ege Denizi, Semadirek, Limni ve Bozcada… Diğer yanda sonbaharın muhteşem renkleriyle sarmalanmaya başlamış, nereye gitseler yolun sonunda aşkları olan denize ulaştıkları, eski adı bereket ve tarım tanrısı, Türkiye’nin en büyük adası İmroz!
Kimi gün hayatını sürekli çalışarak geçirdiğinden karısına ve kızına çok vakit ayıramamış olmasından dolayı suçluyordu kendini adam… Çoğu zamanda hayallerinden bahsediyordu, doğayı sevdiği için karavanla Akdeniz’i, İtalya, İspanya sahillerini gezme hayallerini paylaşıyordu. Karavanı yoktu, parası da… Ama evlat acısından sonra bile hayata tutunma çabası, ayakta kalabilmesi etkiliyordu aslında kadını… Tıpkı o Tepeköy’de rastladı ağaç gibi… Vurulmuş yere düşmüştü tüm bedeni lakin yaşama tutunmuştu elleri…
-Haritayı aç, istediğin rotaları işaretle, notlar al. Tek tek gezeceğiz oraları diyordu adam…
-Yunanistan’dan başlayalım öyleyse direkt yan komşu oradan devam ederiz İtalya’ya… diye cevaplıyordu kadın.
O büyük acıda beyninin sınırlarına kadar yangının ulaşmasına hiç şaşırmıyordu kadın. Adamın kendini hayalleriyle oyalıyor olmasına destek vermeye çalışması kadın oluşundan mıydı? Belki kişilik yapısından, belki de insan yürekli oluşundan… Belki de hepsi…
-Birlikte yaşlanalım mı?” diyordu kadına…
Kadın gülüyordu adamın bu sözlerine…
-Bu nasıl bir temenni? Yaşlanmayı mı diliyorsun? Ve tekrar kocaman kahkaha atıyordu. “Hani insan gezmek, görmek, sağlıklı kalmak, sevdikleriyle birlikte güzel yaşamayı arzu eder de neden yaşlanmayı diliyorsun? ”diye sorarak yeniden gülüyordu. Tuhaf ama komik adama…
Başından 3 evlilik geçmişti. İlki bir İngiliz’di anlattığına göre adamın. Gençlik aşkıydı ve çok kısa sürmüştü. İkinci evliliğinde eşini trafik kazası sonucu kaybetmişti. Bu konuda hiç konuşmak bile istemeyen garip hali vardı. Ve hiç bahsetmedi. Tek başına yaşamak istemeyen kişiliği nedeniyle üçüncü kez evlenmişti. Bu birlikteliği 17 yıl devam etmiş; ta ki kızlarını kaybettiklerinde, birbirlerini suçlayıp, kavgalar çoğalınca, karısını kayınvalidesinin yanına bırakıp, ayrılmak istediğini söyleyinceye kadar… Böylece anlaşmalı boşanmışlardı. Tüm mal varlıklarını kızının hastalığı nedeniyle zaman içerisinde satmıştı. “Sırf kızım 2-3 gün daha fazla hayatta kalabilsin…” derken yine yaşları akıyordu gözlerinden…
-Mahkemem var! dedi adam.
-Ne mahkemesi?
-Kızımın hastalığı sırasında bizi kan mafyasının eline bıraktıkları için her şeyimizi satmak zorunda kaldığımızdan dava açtım.
-Kime açtın?
-Kızılay’a, Sağlık bakanlığına…
– İyi yapmışsın, büyük ihtimalle kazanman zor. Çünkü karşında devlet var. Ama olsun kendini iyi hissedeceksen…
-Emsal olmasını istiyorum, ikinci mahkeme bu… Benimle gelir misin?
-Hayır! Gelemem. Bu senin davan… Çok yaralı bir adamsın ve benim senin yarana destek olabilecek o kadar gücüm hiç yok. Yorgunum.
-Peki, fikrini değiştirirsen birlikte gideriz. Zaten benim bir saatlik işim var seni bir alışveriş merkezinde bırakırım. Mahkeme sonrası gelir alırım.
-Hayır! Sen yalnız git…
Kefalos Plajı çoğunlukla Romanya ve Bulgaristan’dan gelen turistlerin rüzgâr sörfü yapmak için tercih ettikleri nefis kumsalı olan plajdı… Bir kilometrelik tuz gölünün bulunduğu yer flamingolarında göç yolları üzerinde uğrak yerleriydi. Koyun her iki karşılıklı uzantısı ise sanki Norveç fiyortlarını andıran muhteşem coğrafyaya sahipti. İşte bu dünya harikası plajı adam ve kadın birlikte fotoğraflarken birdenbire ekranda adamın eski eşinden yollanan mesaj belirdi.
İsim soyadı yazıyordu ve soyadı adamla aynı idi.
-Kim bu, dedi kadın şaşırarak.
-Eski eşim. Kızımızla ilgili mahkeme gününü hatırlatmak için mesaj attı.
-Soyadı neden hala aynı?
-Bilmem, belki alıştı, değiştirmek istemedi.
Tabii, neden değiştirsin ki zaten evlilikleri anlaşamadıkları için değil çocuklarını kaybettikleri için sona ermişti diye düşündü içinden kadın ve… Kumsalda fotoğraf çekmeye devam ettiler. Sörf yapanları izlediler. Rüzgârda açık kalan yüzleri, burunları donmaya başlayınca da arabaya koştular.
***
Mahkeme günü gelmiş çatmıştı. Adam hala ısrar ediyordu “Birlikte gidelim” diye. Kadın ise yine “Hayır!” cevabını vermişti. Adamın inatçı yapısına da kızmıştı üstelik…
Bir şey vardı sanki kadının yüreğini huzursuz eden bir şey… Ayın bir yüzünün siyah oluşu gibi. Dayanamadı ve avukat arkadaşını aradı. Saati, günü, yeri belli olan davayı, isimleri, soyadlarını söyledi. Sadece “Bakabilir misin? ”dedi.
Hani sahilde minik minik başlayarak görkemli kaleler inşa edenler olur kumdan… Yapması zahmetli iştir ama seyretmesi ne kadar çok etkiler insanı… Zaten herkes yapamaz da kumdan kaleleri. Bir nevi yetenektir. Hani bazen aniden kabarır deniz; ya bir gemi geçmiştir ufka yakın yerden ya da bir rüzgâr çıkar ansızın Deniz Tanrısı Poseidon kızmışçasına derinlerden yükselir dalgalar ve sürükleyip götürür; o, saatlerce uğraşılıp özenle dikilmiş kuleleri, kumdan gövdeyi yıkar, dümdüz eder. İşte “gerçek” misali!
Telefon çaldı. Kadın telefonunu merakla açtı.
-Verdiğin isimleri araştırdım. Çocuk falan yok ortada, olmayan çocuk da ölmemiş tabii. Üzülme! Sadece anlaşmalı boşanma davası var mahkemede…
İlk bölümü okumak için tıklayın