57 yıl önce İsrail ile komşuları arasında savaş çıktı. Bu savaş sadece 6 gün sürdü ama etkileri bugüne kadar devam etti.
1948 yılının sonunda Arap komşuları yeni kurulan İsrail devletini yok etmek için bir harekat başlattılar ve yenildiler. Mısır ordusu yenildi fakat “Felluce Cebi” diye anılan bölgede kuşatılan Mısır birlikleri teslim olmayı reddetti.
Bir grup genç Mısırlı ve İsrailli subay bu kilitlenmeye son vermek için görüşmeler yaptı. Bunlar arasında daha 26 yaşında İsrail’in güney cephesi harekatının başına getirilmiş olan İzak Rabin ve 30 yaşında bir Mısırlı binbaşı, Cemal Abdül Nasır da vardı.
Nazilerin Avrupa’da 6 milyon Yahudi’yi katletmesinden sadece birkaç yıl sonra, Yahudilerin “kutsal topraklarda” bir devlet kurma rüyası gerçek olmuştu.
Filistinliler ise 1948’i “El Nakba” yani “Felaket” diye anar. Çünkü İsrail’in kuruluşu ile 750 bin Filistinli, topraklarından, evlerinden kaçmak zorunda bırakıldı ya da sürüldü ve bir daha geri gelmelerine asla izin verilmedi.
Araplar için ise daha yeni kurulmuş İsrail devleti karşısında alınan yenilgi yıllarca çalkantıları sürecek siyasi bir deprem yarattı.
Siyasetçilere güvenini kaybeden ihanete uğramış hisseden subaylar iktidara gözünü dikti. Suriye’de sürekli darbe oluyordu. Savaştan dört yıl sonra Cemal Abdül Nasır’ın başında olduğu bir grup genç subay da Mısır’da Kral Faruk’u devirerek yönetime el koydu.
1956’da Nasır, Mısır Cumhurbaşkanı oldu. Aynı yıl Süveyş krizinde İngiltere Fransa ve İsrail’e meydan okuyarak Arap dünyasının ulusal kahramanı haline geldi.
İsrail’de ise İzak Rabin orduda kaldı ve 1967 yılında genelkurmay başkanı oldu.
Araplar yenilginin acısını atlatamıyordu, İsrail ise komşularının onu yok etmek için birleştiğini hiç unutmadı. İki taraf da yeni bir savaşın er ya da geç kaçınılmaz olduğunu biliyordu.
İsrail ve Arap komşularının birbirinden nefret etmek ve karşılıklı kuşkulanmak için bol bol sebepleri vardı. Fakat 1950’ler ve 60’ların “Soğuk Savaş” ortamı bu nefret ve kuşkuları iyice besledi.
Sovyetler Birliği Mısır’ı modern bir hava gücüyle donattı. İsrail ABD ile yakınlaşmış fakat henüz ABD’den en büyük askeri yardımı alan ülke olmamıştı. 1960’larda İsrail Fransa’dan savaş uçağı ve İngiltere’den tank da aldı.
1948’den sonra İsrail, “kendisini istemeyen komşular” arasında yaşamanın dezavantajına karşı savunmasını güçlendirmek için müthiş bir çaba gösterdi. Ayrıca dışardan 1 milyonu aşkın Yahudi göçmen çekti ve askerlik hizmeti yapacak vatandaşlarının sayısını iyice artırdı.
İsrail büyük bir hızla esnek ve ölümcül bir askeri güç inşa etmiş ve 1967’de kendi nükleer silahını üretmeye de epey yaklaşmıştı.
İbranice lakapları Sabra yani “Kaynana Dili” olan doğma büyüme Orta Doğulu İsrailliler, diaspora Yahudilerinin yaptığını düşündükleri hataları tekrarlamamaya yeminliydiler. Bu da her zaman kendini savunmaya hazır olmak ve bazen de ilk vuruşu yapmak demekti.
Rabin İsrail’in silahlı kuvvetlerinin gücüne güveniyordu.
İsrail’in tek bir yenilgiyi bile kaldıramayacağı inancı temelinde, ordunun misyonu, girdiği her savaşı kazanmaktı.
Mısır ve müttefiki Suriye’nin silahlı kuvvetleri ise hem daha az eğitimli hem fazlaca şişirilmiş hem de 1956 Süveyş krizinde elde edilen politik zaferden önce İsrail karşısında alınan ağır askeri yenilgiyi çoktan unutmuştu.
Nasır Arap dünyasını birleştirecek bir ulusal hareket oluşturmaya ve bu sayede İsrail’den öç almaya odaklanmıştı. Mısır genelkurmay başkanlığına yakın müttefiki Mareşal Abdül Hekim Emir’i getirdi.
Mısır, İsrail gibi varlığının temelinde güvensizlik bulunmayan köklü bir devletti.
Genelkurmay Başkanı Emir’in en önemli görevi, subayları kontrol altında tutmak ve darbe girişimlerini engellemek yoluyla ordunun Nasır yönetimine sadakatini sağlamaktı. Bunu da iyi yapıyordu. Mısır ordusunun savaştaki gücü öncelik sıralamasında en önde değildi.
1967’ye gelindiğinde Mısır, bir anlamda kendi Vietnam’ı haline gelen Yemen’deki savaşın içine batmıştı ve iyi savaşmıyordu. Fakat Nasır iç politik kaygılar yüzünden genelkurmay başkanlığına Emir’den daha iyi bir subayı da getiremiyordu.
Suriye ordusu da aynı derecede iç politikaya odaklanmıştı ve Mısır gibi silah ve eğitim konusunda Sovyetler Birliği’ne bağımlıydı. Darbeler birbirini izledikçe ordu komutası da değişiyordu.
Araplar bol bol birlik, sosyalizm ve ulusal değerlerden söz ediyorlardı ama gerçek hayatta paramparçaydılar.
Suriye ve Mısır liderlikleri anbean Ürdün ve Suudi Arabistan kraliyet aileleri tarafından planlandığı iddia edilen darbe girişimlerinin kaygısıyla yaşıyorlardı. Krallıklar ise Suriye ve Mısır’daki popüler askeri yönetimlerin ülkelerinde de rejimi devirecek devrimlere ilham vermesinden kaygılıydı.
Ürdün Kralı Hüseyin, İngiltere ve ABD’nin yakın müttefikiydi. Ürdün 1948’deki savaştan bir şekilde kazanmış olarak çıkan tek Arap ülkesiydi aynı zamanda.
Kral Hüseyin’in dedesi Kral Abdullah’ın, Birinci Dünya Savaşı sonrasında İngiliz mandası altındaki Filistin’deki Yahudi oluşumu ile gizli teması vardı. İngilizlerin planlandığı şekilde 1948’de bölgeden çekilmesi ardından Filistin topraklarını nasıl paylaşacaklarını konuşmuşlardı.
1951’de bir Filistinli, Ürdün Kralı Abdullah’ı Kudüs’teki Mescid-i Aksa’da öldürdü. Gözlerinin önünde dedesi öldürülen 15 yaşındaki Prens Hüseyin ertesi gün silah taşımaya başladı. Bir yıl sonra da Ürdün kralı olacaktı.
1948 savaşından sonra Ürdün ve İsrail yakınlaştı yakınlaşmasına, ama barış yapacak kadar değil.
Hüseyin’in krallığı döneminde de Ürdün ile İsrail arasındaki gizli görüşmeler devam etti. Kral Hüseyin topraklarının çoğu çöl olan ve yerinden yurdundan olmuş büyük bir Filistin nüfusunu barındıran Ürdün’ün durumunun ne kadar hassas olduğunun farkındaydı.
Suriye sendromu
1967 savaşı Araplarla İsrail arasında yıllarca tırmanan gerginlikler ve sınır çatışmaları ardından patlak verdi.
Mısır ve İsrail arasındaki sınır görece daha sakindi. En büyük gerginlik İsrail’in kuzeyde Suriye ile sınırındaydı. Bu sınırda sürekli toprak anlaşmazlığı ve Suriye’nin Şeria (Ürdün) nehrinin yatağını değiştirerek İsrail’in su şebekesine girmesini engelleme çabalarından dolayı sık sık çatışma yaşanıyordu.
Suriye ayrıca İsrail’e akınlar düzenleyen Filistinli gerillaları barındırıyordu.
Batılı güçler 1967’deki savaştan önce bu çatışmanın hangi tarafının daha güçlü olduğu konusunda hiç bir tereddüt taşımıyordu. ABD Genelkurmay Başkanı o sıralarda “Önümüzdeki beş yıl içinde hiçbir Arap ittifakı askeri olarak İsrail ile baş edemez” demişti.
1967 yılında İsrail ordusu hakkında hazırladığı raporda İngiltere’nin Tel-Aviv’deki savunma ateşesi, “komuta, eğitim, teçhizat ve güç bakımından İsrail ordusu savaşa her zamankinden daha hazır. İyi eğitilmiş, dayanıklı ve kendine güvenli İsrail askeri güçlü bir savaş azmine sahip ve ülkesini savunmak için seve seve savaşa gider” diyordu.
Sınırdaki çatışmalar gerginliği iyice kızıştırdı. Filistinli gerillalar sınırı aşınca İsrail onları “terörist” ilan etti ve en sert şekilde misilleme yapılması kararını aldı.
1966 yılının Kasım ayında, İsrail bir mayın saldırısına misilleme olarak Ürdün işgali altında olan Filistin toprağı Batı Şeria’ya yönelik bir harekat başlattı ve Samua adlı köyü hedef aldı.
İsrail harekatı Batı Şeria’daki Filistinliler arasında büyük tepki yarattı.
Kral Hüseyin dehşet içinde kalmıştı. Amerikan haber alma örgütü CIA’ye İsrail ile üç yıldır gizli görüşmeler yürüttüğünü, İsrail’de temasta olduğu yetkililerin kendisine daha o sabah herhangi bir misilleme olmayacağına dair güvence verdiklerini anlattı.
Amerikalılar ona hak verdiklerini söylediler ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde Samua baskınını kınayan karar tasarısını desteklediler.
Kral Hüseyin bu baskın sonrası Batı Şeria’da sıkıyönetim ilan etti. Tahtının tehlikede olduğuna ve öfkeli Filistinlilerin kendisini devirebileceğine iyice ikna olmuştu. Ordu içindeki Nasır sempatizanı subayların darbe girişiminde bulunmasından ve İsrail’in de bunu bahane ederek Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ü ilhak etmesinden korkuyordu.
Kral Hüseyin, Orta Doğu’nun Haşimi soyundan krallarından, kuzeni ve dostu Irak Kralı Faysal’ın akıbetine uğramak istemiyordu. Faysal, 1958 yılında düzenlenen askeri darbe sırasında sarayının bahçesinde vurularak öldürülmüştü.
Savaşa giden tırmanış İsrail-Suriye sınırındaki sorunların alevlenmesiyle devam etti. Amerikalılar Ürdün’ün Filistin akınlarını durdurmak için elinden geleni yaptığına inanıyordu ama Suriyeliler konusunda aynı düşünmüyorlardı. Suriye, Filistinli gerillaları destekliyordu ve İsrail de tartışmalı sınırdaki toprak taleplerinde sert bir şekilde ısrar ediyor ve askersizleştirilmiş toprakları, zırhlı traktörler kullanarak tarıma açıyordu.
Gerginlik 7 Nisan 1967’de doruk noktasına ulaştı ve İsrail ile Suriye arasında tam bir hava ve topçu savaşı yaşandı. İsrail Suriyelileri püskürttü.
Ertesi sabah İngiliz diplomatların tanıklıklarına göre Kudüs’teki genç Filistinliler İsrail’in başarısı ve Arapların çaresizliğinin şaşkınlığı içindeydiler ve “Mısır nerede?” diye soruyorlardı. Nasır üzerinde sözlerine uygun eyleme geçme baskısı giderek artıyordu.
İsrail ise ulusal bir kutlama havasına girmişti. Fakat bazı tecrübeli devlet adamı ve askerler kaygılıydı. İsrail Parlamentosu Knesset’in koridorlarından birinde eski Genelkurmay Başkanı Moşe Dayan, eski Hava Kuvvetleri Komutanı ve o sırada Rabin’in baş yardımcısı konumundaki General Ezer Weizmann ile karşılaştığında ona “Delirdiniz mi siz? Ülkeyi savaşa götürüyorsunuz” dedi.
Suriye ve desteklediği Filistinli gerillalar saldırılarını iyice artırırken, İsrail de her olaya aşırı tepki vererek durumu tırmandırdı.
Sadece Suriye ve Mısır değil, İngiltere ve ABD’de İsrail’in daha büyük bir planın peşinde olduğu kanısındaydı.
Abartılarak yazılmış bir ajans haberinde “üst düzey bir İsrailli yetkili”ye atıfla “Suriyeli teröristler İsrail içlerine yönelik sabotaj akınlarını sürdürürlerse, İsrail de Şam rejimini devirmek için sınırlı askeri harekata başvurur” dediği belirtiliyordu.
Bahsedilen üst düzey yetkili İsrail askeri istihbaratının başı Tuğgeneral Aharon Yariv idi. Ama Yariv Şam rejiminin devrilmesinden sadece bir dizi uç ihtimalden biri olarak söz etmişti. Fakat ajansın haberi gerek Suriye gerek İsrail basınında gayet ciddiye alındı.
Derken, Sovyetler Birliği’nin bir müdahalesi her şeyi değiştirdi. 13 Mayıs 1967’de Moskova, İsrail’in Suriye sınırına askeri yığınak yaptığı ve bir hafta içinde saldıracağı konusunda bir uyarı yolladı.
Sovyetler Birliği’nin patlamaya hazır durumun fitilini neden ateşlediği o zamandan bu yana tartışılagelir. İki İsrailli tarihçi İsabella Ginor ve Gideon Remez, Sovyetler Birliği’nin o dönemde krizi kasten kışkırttığını savunuyor. İki tarihçi, Sovyetlerin bunu o sırada sonuca çok yaklaşan İsrail nükleer silah projesini durdurmak için yaptığı ve gerekirse savaşa bizzat kendi güçlerini de göndermeye hazır olduğu görüşündeler.
O sıralarda “orta düzeyde” bir Sovyet yetkilisi Amerikan istihbarat örgütü CIA’ye Sovyetler Birliği’nin, ABD’nin başını ağrıtmak için Arapları kışkırttığını söylemişti. O sırada Vietnam’da büyük sorunlar yaşayan ABD için Orta Doğu’da bir başka savaşla uğraşmak çok zor olacaktı.
Sonuçta 1967 ortamında ne İsrail ne de Arap komşuları savaşmak için fazla bahane aradı. Yıllardır beklemekte oldukları krize dalmakta tereddüt etmediler.
Nasır’ın kumarı
Sovyetler Birliği’nin yolladığı uyarıdan 24 saat sonra Mısır orduları başkomutanı Mareşal Emir, güçlerini alarma geçirdi.
Harekatlar Komutanı Korgeneral Enver el Kadi, Genelkurmay Başkanı Emir’e, ordunun aralarında en seçkin birliklerin de bulunduğu yarıdan fazla gücünün Yemen’de olduğunu hatırlattı. İsrail’le savaşacak güç yoktu.
Emir ise ona gerçek bir savaş olmayacağını, sadece İsrail’in Suriye’ye yönelik tehditlerine karşı bir güç gösterisi yapılacağını söyleyerek güvence vermeye çalıştı.
İki gün sonra Mısır krize iyice batmıştı. Gazze-Mısır sınırında 1956’dan bu yana devriye gezen Birleşmiş Milletler barış gücü askerlerini sınır dışı edip, birliklerini Sina çölüne sürdü.
Suriye’ye odaklanmış olan İsrail ordusu başlangıçta Mısır konusunda çok daha sabırlı davrandı.
İsrail askeri haber alma örgütünün baş analisti Şlomo Gazit, Amerikalı diplomatlara, İsrail’in Mısır’ın düşmanca tutumu karşısında şaşırdığını söyledi. Fakat bu düşmanlık bir gösteriydi ve ancak Mısır, Tiran boğazını bloke ederek Kızıldeniz’deki Eylat limanını ablukaya alırsa ciddi sonuç yaratabilirdi.
Nasır’ın radyo istasyonu olan “Arapların Sesi” anlamındaki Sawt el Arab’ın yayınları Orta Doğu’daki savaş havasını daha da tırmandırıyordu.
Kahire’den bütün Orta Doğu’ya yayın yapan bu radyo Nasır’ın dış politikasının önemli bir aracıydı.
İsrail, Nasır’ın BM barış gücünü sınır dışı edip sınıra asker yığmasına tepki vermeyince Nasır el yükseltti.
22 Mayıs’ta Kızıldeniz’in girişindeki Tiran boğazından İsrail gemilerinin geçişini yasaklayarak fiilen İsrail’in Eylat limanına 1956 yılından itibaren kaldırmış olduğu ablukayı yeniden uygulamaya başladı.
Sina çölündeki bir hava üssünde konuşan Nasır “Eğer İsrail bizi savaşla tehdit ediyorsa, ona ‘hodri meydan’ diyoruz” dedi. Fotoğraflarında çevresini saran genç ve hevesli pilotlarla Nasır gayet neşeli görünüyordu.
Nasır’ın yaymayı hedeflediği imaj hızla dünyaya yayıldı. Çevresi modern bir savaş gücünün sembolü jet pilotlarıyla çevrilmiş olan Arapların lideri Nasır, Yahudilerin devletine meydan okuyordu. Nasır aştığı dev eşiğin etkisiyle olsa gerek neredeyse bir çocuk gibi heyecanlı görünüyordu.
Amerikalılar Kahire’den duyurulan bu açıklamaya tam 42 dakika sonra tepki verdi. Krizden kaçınılırsa ABD Başkan Yardımcısı Hubert Humphrey’in Kahire’yi ziyaret edebileceğini açıkladılar. Başkan Lyndon Johnson çok öfkeliydi.
BM Genel Sekreteri U Thant, Nasır’ın son açıklaması sırasında barış görüşmeleri için Kahire’ye uçuyordu.
Nasır daha önce ABD ve Sovyetler Birliği’ne verdiği sözü tekrarladı: İlk kurşunu Mısır sıkmayacaktı.
Fakat U Thant karamsardı. Eylat’a yönelik abluka kalkmazsa savaşın kaçınılmaz göründüğünü söyledi.
Vurma baskısı
Nasır’ın Kızıldeniz girişini ablukaya almasından bir gün sonra İsrail Başbakanı Levi Eşkol ve kabinesi silahlı kuvvetlerin teyakkuza geçirilmesi emrini verdi. 48 saat içinde 250 bin asker hazır olacaktı. Zorunlu askerliğin yanısıra bütün İsrailli erkekler yedek kuvvet olarak silah altına alınabiliyordu.
İki gün içinde 50 yaşın altındaki İsrail erkek nüfusunun büyük çoğunluğu bir tür askeri üniforma giyinmişti.
Genelkurmay Başkanı İzak Rabin baskı altındaydı. Bütün askeri değerlendirmeler aksini göstermesine karşın, İsrail’i bir felakete götürdüğü duygusu içindeydi. Paketlerce sigara tüketiyordu ve bir bunalım geçirerek hastalandı. Yaklaşık 24 saat uyuduktan sonra işinin başına döndü.
Uluslararası diplomasi krizi kapsamlı bir savaşa dönüşmeden çözmeyi denedi. İsrail Dışişleri Bakanı Abba Eban, Başkan Johnson ile acil bir görüşme yapmak üzere Washington’a gitti.
1956’da İsrail, İngiltere ve Fransa ile yaptığı gizli anlaşma gereğince Mısır’a saldırmıştı. Amerikalılar bu olayda İsrail’i “saldırgan” olarak damgalayarak işgal ettiği topraklardan çekilmeye zorlamıştı. Bu kez Eban, Başkan Johnson’dan İsrail’in savaşa girmesine onay almak amacındaydı.
ABD Başkanı İsrail’i ilk ateşi açan ülke olmamak konusunda uyardı. Johnson, Eban’a Mısır konusunda kaygılanmamasını söyledi. Mısır’ın öyle hemen saldırma niyeti yoktu ve saldırsalar bile “İsrail onları çevire çevire dövebilir”di.
Johnson ayrıca Tiran boğazı ablukasını kaldırtmak için uğraşacağının işaretlerini verdi. Belki çok uluslu bir deniz gücü oluşturmak gerekecekti ama biraz zamana ihtiyacı vardı.
Abba Eban, İsrail’in Amerikalıların ritmine ayak uydurması gerektiğini düşünüyordu fakat ordu teyakkuzdaydı ve generaller sıkıntılıydı.
Askerler Eban’dan hoşlanmıyordu. Tarzını seçkinci ve abartılı buluyorlardı.
İsrail kabinesi 28 Mayıs günü, herhangi bir şey yapmadan önce iki hafta bekleme kararı aldığında generaller müthiş öfkelendi. Onlar açısından olay Tiran boğazı meselesi değildi. Büyük resim önemliydi.
Nasır bütün Arap dünyasını onlara karşı birleştiriyordu. Sina çölüne birlikler sevk etmişti ve açıkça İsrail’in sınırlarını tehdit ediyordu.
Ürdün’ün açmazı
Nasır 1956’dan bu yana Arap dünyasının tartışmasız lideriydi. Şimdi, nefret edilen İsrail’e “hodri meydan” diyordu. Bu onun Arap siyasetindeki lider pozisiyonunu daha da güçlendirdi.
28 Mayıs’ta Kahire’de yabancı gazetecilerin katıldığı bir basın toplantısı yaptı ve Sina ile Tiran boğazındaki krizi, İsrail’in Filistinlilere yönelik “saldırganlığı”na bağladı.
İsrail’in 1948’de Filistinlileri topraklarından sürdüğünü bu yüzden İsrail ile bir arada yaşamanın mümkün olamayacağını söyledi. İsrail ayrıca “Şam’a yürüme, Suriye’yi işgal etme ve bir Arap rejimini devirme” tehditleriyle de, başına gelecekleri çoktan hak ediyordu ona göre.
Nasır’ın kendine güvenli tutumu Ürdün Kralı Hüseyin’i köşeye sıkıştırdı. Hüseyin Nasır’a güvenmiyordu. Yakın dostluk geliştirdiği Amman’daki CIA büro şefi Jack O’Connel’a, İsrail’in stratejik hedefinin Batı Şeria’yı ele geçirmek olduğunu söyledi. Ama Kral Hüseyin’in çevresindeki subaylar Nasır ile daha yakın iş birliği için baskı yapıyorlardı.
Kral Hüseyin, ayakta kalabilmenin önemine inandığından sonunda Nasır’la bir uzlaşmaya gitmeye karar verdi. Eğer savaşın dışında kalırsa, ülkesinde yaşayan Filistinlilerin ayaklanabileceğini ve rejimi çökertebileceklerini düşündü. Diğer yandan savaşa girerse, Mısır’ın sağlayacağı hava desteği İsrail’in Batı Şeria’ya doğru ilerleyişini geciktirebilir ve o arada Birleşmiş Milletler bir ateşkes için araya girebilirdi.
30 Mayıs tarihinde Kral Hüseyin Kahire’ye uçtu ve Nasır’la savunma anlaşmasını imzaladı. Amman’a döndüğünde kendisini karşılayan çoşkulu dev kalabalık Mercedes arabasını omuzlara alarak saraya kadar taşımak istediler.
Ama bu sevgi gösterisi Kral Hüseyin’in başını döndürmedi çünkü kalabalıkların sevgisini Nasır’ın onayına borçlu olduğunun farkındaydı.
Hüseyin daha sonra tarihçi Avi Shlaim’e şöyle demişti:
“Savaşın kaçınılmaz olduğunu biliyordum. Kaybedeceğimizi biliyordum. Ürdün olarak tehdit altında olduğumuzu biliyordum. İki tehdit altındaydık. Ya o gün yaptığımız gibi savaşa girecektik ya da girmeyecektik, ama o zaman da ülke kendi kendisini parçalayacaktı.”
Korku ve tehditler
Eğer kendi seçtikleri koşullarda savaşabilirlerse İsrailli generaller tam bir zafer kazanabileceklerinden kuşku duymuyorlardı. Fakat sıkı askeri sansür bu görüşlerin duyulmaması anlamına geliyordu.
Buna karşılık Arap radyolarının seslendirdiği tehditler her gün İsrail basınındaydı. Soykırımın son buluşundan sadece 22 yıl sonra yaşanan bu ortamda Arap propagandası İsrail kamuoyu üzerinde derin etki bıraktı.
Ülkeyi büyük bir karamsarlık sarmıştı. İnsanlar kendilerini kara mizaha vurmuştu: “Savaştan sonra görüşürüz. Nerede? Telefonda” gibi şakalar savaştan pek kurtulan olmayacağı ruh halini yansıtıyordu.
Hükümet tabut stoku yaptırıyor, hahamlar parkları olağanüstü hal mezarlık alanı olarak ilan ediyor, on binlerce litre kan bağışı yapılıyordu.
28 Mayıs günü Başbakan Levi Eşkol’un radyoda yaptığı konuşma da endişeleri derinleştirdi. Başbakan kekeliyor, laflarını birbirine karıştırıyordu.
Konuşma sonrasında yapılan toplantıda generaller Başbakan’ı sert şekilde eleştirdiler.
Komutanlarla hükümet arasında ciddi bir gerilim doğmuştu. Askerler hükümeti Nazilere karşı mücadele etmeyen “pasif Avrupa Yahudilerine” benzeten yorumlar yaptılar.
Filistin’de doğup büyümemiş Başbakan Eşkol bu yorumların odağındaki diaspora Yahudi’si tiplemesini sembolize ediyor gibiydi.
Birçok İsrail Başbakanı gibi Eşkol aynı zamanda Savunma Bakanı idi. Bu görevi İsrail’in savaş kahramanlarından biri olan eski asker Moşe Dayan’a bırakmak zorunda kaldı.
Dayan 1956’da bir Kibbutz’da (Yahudilerin oluşturduğu kolektif çiftlikler) öldürülen bir Yahudi’nin cenazesinde hayat felsefesini şöyle özetlemişti: “Bizim kuşağımızın kaderi budur. Her zaman silahlı ve hazır, güçlü ve kararlı olmamız gerekiyor. Çünkü silahımız elimizden alınırsa hepimiz öleceğiz”
Savaştan hemen önce
Nasır riskli bir kumar oynuyordu. Mısır’ın modern bir hava gücü olsa da kara kuvvetleri zayıftı. Mısırlı generaller Nasır’ın kendilerini felaketle sonuçlanabilecek bir savaşın eşiğine getirdiğinin farkındaydılar.
Krizi yatıştırmak için uluslararası hamleler başarılı olamamıştı. ABD ve İngiltere’nin geliştirdiği tek fikir bir uluslararası deniz gücü oluşturup Mısır’ı Kızıldeniz’in girişindeki ablukayı kaldırmaya zorlamaktı.
Fakat ABD ve İngiltere donanma komutanları bu fikirden hiç hoşlanmamıştı. İşe yaramayacağını düşünüyorlardı. Sonuçta Nasır’a yeni bir zafer daha kazandırma ihtimali vardı.
2 Haziran Cuma günü İsrail’in generalleri, İsrail hükümetinin savunma komisyonunda savaşa girme konusundaki tezlerini net bir şekilde sundular. Politikacılara Mısır’ı püskürtebileceklerini ama beklerlerse bunun zorlaşacağını anlattılar.
Birkaç gün önce İsrail’in gizli istihbarat örgütü Mossad’ın başkanı Meir Amit sahte bir pasaportla ve kılık değiştirerek Washington’a gitmişti. Savaş konusunda daha fazla beklemek istemiyordu. Ekonominin tamamen felç olabileceğinden korkuyordu çünkü 50 yaşın altındaki bütün erkekler silah altına alınmıştı.
Amit, ABD Savunma Bakanı Robert McNamara ile görüştü ve O’na, hükümete savaşa girmeyi tavsiye edeceğini söyledi.
Şöyle devam etti: “McNamara sadece iki soru sordu. ‘Ne kadar sürer?’ Bir hafta süreceğini söyledim. ‘Ne kadar can kaybı olur?’ Bağımsızlık savaşından daha az olacağını söyledim. O zaman 6 bin kayıp vermiştik. McNamara ‘Seni açık ve net bir şekilde anladım’ dedi”
ABD yeşil ışık yakmıştı. Kendilerine İsrail’in savaşa gideceği söylenmişti ve onlar bunu durdurmak için bir girişimde bulunmamışlardı.
Amit, İsrail’e beraberinde Washington büyükelçisi Abe Harman ile beraber döndü. Uçak gaz maskeleriyle doluydu.
Tel Aviv’e 3 Haziran Cumartesi günü indiler. Bir otomobil onları Başbakan Eşkol’un konutuna götürdü. Burada savunmayla ilgili bakanlar ve Başbakan onu bekliyordu.
Amit hemen savaşa girmeyi önerdi. Harman bir hafta kadar daha beklemeyi önerdi. Savunma Bakanı Moşe Dayan karşı çıktı. “Yedi ila dokuz gün daha beklersek binlerce kişi ölecek. Beklemek mantıklı değil. Gelin ilk hamleyi yapalım, sonra siyasi yanına bakarız.”
Toplantıda hazır bulunanlar karardan emindi artık. İsrail savaşa gidiyordu. Sabah karar kabine tarafından onaylandı.
Mısır’da Nasır, İsrail’in 4 ya da 5 Haziran’da vuracağını tahmin ediyordu.
Irak’ta zırhlı bir tümenin Ürdün Vadisi ve İsrail yönüne doğru ilerlediğini biliyor bunun İsrail’i oyalayacağını düşünüyordu.
Sürpriz saldırı
5 Haziran 07.40’da Ezer Weizman, Tel-Aviv’deki Savunma Bakanlığı içindeki Hava Kuvvetleri Komuta Merkezi’nde gergin bir bekleyiş içindeydi.
İsrail’in savaş planı, sürpriz bir saldırıya dayalıydı. Odak Operasyonu adı verilen hava saldırısında Arap hava gücü havalanamadan, yerde imha edilecek ve saldırı Mısır’dan başlayacaktı.
Yıllarca buna hazırlanmışlardı ve işte ilk hava akını başlamak üzereydi.
Mısır ve diğer Arap ordularının aksine İsrail ordusu, ödevine iyi çalışmıştı. Yıllar içinde yüzlerce keşif uçuşu yaparak Mısır, Ürdün ve Suriye’deki her hava üssünü ve kapasitesini net şekilde tespit etmişlerdi. Pilotların elinde her birinin planını, parolalarını ve savunma potansiyelini içeren hedef kitapçıkları vardı. Radyo dinlemeleri sayesinde önde gelen Arap komutanların seslerini tanıyabilecekleri bir dosya bile hazırlamışlardı.
Saldırı çok başarılı oldu. Mareşal Emir ve Mısır ordusunun komuta kademesi Sina yarımadasındaki Bir Tamada hava üssünde toplantıdaydılar. İlk dalga İsrail savaş uçakları bombardımana başladığında toplantıya yeni başlıyorlardı. Generallerden biri o kadar şaşırmıştı ki aklına gelen ilk olasılık İsrail saldırısı değil ordu içinde bir darbe girişimi oldu.
Emir’in uçağı havalanmayı başardı ama bütün Mısır hava üsleri aynı anda saldırıya uğradığından bir süre inecek yer bulamadı.
Tel Aviv’de Hava Kuvvetleri Komutanı Ezer Weizman sevinç içindeydi. Saldırılar umduğundan daha iyi gitmişti. Düşmanı tamamen hazırlıksız yakalamışlardı. Telefonda karısına “Savaşı kazandık” dedi.
O gün İsrail, Ürdün ve Suriye hava kuvvetlerinin de büyük kısmını imha etti. Artık İsrail hava kontrolünü tamamen ele geçirmişti ve savaşın gidişi belli olmuştu.
İsrail Ürdün Kralı Hüseyin’i savaşa girmemesi konusunda uyarmıştı. Ama o kararını vermişti ve Ürdün’ün etkili ordusunu başarısız bir Mısırlı generalin komutasına vermişti.
Öğlen olmadan Kudüs’te çarpışmalar başladı. Ürdünlüler ateş açtılar. Kral Hüseyin, İsrail’in 1966’da söz vermesine rağmen Sauma köyüne yaptığı baskını unutmamıştı ve İsrail’in sözüne sadık kalmayacağını düşünüyordu. Savaşa girmezse tahtını kaybedeceğine inanmıştı.
Daha güneyde İsrail kara güçleri Sina çölüne girdiler ve üç koldan hızla ilerlemeye başladılar. Mısır ordusu bu ilerleyişe kahramanca bir direnişle karşılık verdi fakat esneklik ve sürat konusunda İsrail ordusu kadar eğitimli değillerdi.
Kahire’deki Genelkurmay karargahında komutanları giderek büyüyen bir panik sarıyordu. General Selahaddin Hadidi koltuğuna çökmüş savaşın yarı yarıya kaybedildiğini düşünüyordu.
Fakat sokaklarda bambaşka bir hava vardı. Kalabalıklar sokağa dökülmüş kutlamalara girişmişlerdi. Arap radyolarını dinliyorlar ve savaşın kazanıldığını zannediyorlardı.
Akşam 20.17’de Arapların Sesi radyosu 86 İsrail uçağının imha edildiğini ve Mısır tanklarının İsrail topraklarına girdiğini duyuruyordu. Oysa Sina cephesindeki komuta merkezinde aynı radyoyu dinleyen General Abdül Gani Gamasi, haberlerle gerçek arasındaki fark karşısında dehşete kapılmıştı.
Gerçek yenilgi haberlerini almış olan Nasır ve Emir villalarına çekildiler.
Daha sonra cumhurbaşkanı olduğunda İsrail ile barış anlaşması yapan ve bu yüzden kendi muhafızları tarafından öldürülen Enver Sedat, daha sonra, o akşam Kahire sokaklarında uzun uzun yürüdüğünü ve Nasırcıların hala sokaklarda hayali bir zaferin kutlamasını yaptıklarını izlediğini anlatmıştı.
Yeni bir durum
Mısır, Ürdün ve Suriye ordularını durdurmasını izleyen beş günde İsrail, Gazze Şeridi’ni, ve Sina yarımadasını Mısır’dan, Golan tepelerini de Suriye’den ve Batı Şeria ile Doğu Kudüs’ü de Ürdün’den almıştı. 1948 boyutlarında olmasa da çok sayıda Filistinli yine topraklarından sürüldü, kaçmak zorunda kaldı ya da öldürüldü.
Nasır önce istifa etti ama milyonlarca insanın sokaklara çıkıp protesto gösterilerine girişmesi üzerine vazgeçti ve gizemli bir şekilde hayatını kaybettiği 1970 yılına kadar iktidarda kaldı. Ailesi Nasır’ın zehirlendiğinden emindi.
Ürdün Kralı Hüseyin Doğu Kudüs’ü kaybetti fakat tahtını korudu. İsrail ile gizli diyaloğunu devam ettirdi ve 1994 yılında İsrail ile barış anlaşması yaptı.
Suriye’yi yöneten askeri cuntanın mensubu Hava Kuvvetleri Komutanı Hafız Esad 1970 yılında iktidarı tek başına ele geçirdi. 2000 yılında öldüğünde oğlu Beşar onun yerini aldı.
İsrail’de Başbakan Eşkol 1969 yılında kalp krizi geçirerek öldü. Dul eşi Miriam savaştan hemen önce Savunma Bakanlığı görevinden ayrılmaya zorlanışının acısını ölene kadar unutmadığını söylemişti.
Eşkol’dan sonra başbakanlığa getirilen Golda Meir, 1973 yılında Mısır ve Suriye’nin sürpriz bir saldırıya hazırlandığı yolunda bir uyarı aldı. Fakat İsrail hala 1967’nin zafer sarhoşluğu içindeydi.
İzleyen savaşta İsrail’i kurtaran ABD’nin kurduğu dev hava ikmal köprüsü oldu. Mısırlı siyasetçiler bu saldırıyla ulusal onuru kurtardıklarını düşündüler. Yeni Cumhurbaşkanı Enver Sedat İsrail ile barış anlaşması yaptı.
1967’den sonra Amerikalılar, İsrail’e yeni bir gözle bakmaya başladılar ve üç Arap ordusunu yenen bu genç devlete “aşık oldular”.
1967’nin etkilerini en çok İsrail ve Filistinliler hissetti. İsrail Filistin topraklarını işgalini başlattı ve yarım yüzyıl sonra da hala bu toprakları işgal ediyor. Ayrıca Doğu Kudüs ve Golan tepelerini ilhak etti. Bu hamleleri ise uluslararası kurumlar ve hukuk tarafından meşru sayılmıyor.
Bugün haber izleyen herkese aşina gelen her şey; şiddet, işgal, yasa dışı yerleşimler ve Kudüs’ün ilhakı ve geleceği gibi bütün konular bu savaşlar tarafından şekillendi. İsrail işgalinin nasıl bir şekil alacağı hemen belli oldu, bunun yaratabileceği sorunlar konusundaki uyarılar kulak arkası edildi.
Savaşın sona ermesinden hemen sonra İsrail’in ilk başbakanı David Ben Gurion, zaferin baştan çıkarıcı etkilerine karşı uyarıda bulundu. İsrail solunun düşünce kuruluşu Beit Berl’de yaptığı konuşmada, işgal edilen Filistin topraklarında kalmanın Yahudi devletini bozacağını hatta yok oluşa götürebileceğini söyledi. İsrail’in Kudüs’ü elinde tutması gerektiğini, ama geri kalan Filistin topraklarının, bir barış anlaşması olsun ya da olmasın Araplara geri verilmesi gerektiğini savundu.
Dışişleri Bakanı Abba Eban da İsrail’in Golan tepelerinden Süveyş’e kadar uzanan yeni haritasını “barışın garantisi değil ama zamansız bir savaşın davetiyesi” olarak nitelemişti.
Fakat İsrail kamuoyundaki hava bütün temkinli olma tavsiyelerini ve uyarılarını hızla ve sert bir şekilde etkisiz kıldı. Bir hafta içinde İsrail halkı derin bir umutsuzluktan zafer sarhoşluğuna geçmişti.
Dindar Yahudiler zaferin onlara Tanrı tarafından bahşedilmiş bir mucize olduğuna inandılar. Laik İsrailliler de anın heyecanına kapılmıştı.
Bunu işgal edilen toprakların da Yahudi halkına Tanrının bir hediyesi olduğu ve bırakılamayacağı düşüncesi izledi.
Ama tabi bu topraklarda yaşayan ve bir kısmı da sürülen Filistinliler için bu kabul edilebilir bir mantık değil.
Ayrıca onlar da Doğu Kudüs’teki kutsal yerlerin korunmasının kendilerine düştüğüne inanıyor.
Bazı İsrailliler barış karşılığında işgal topraklarının bir kısmının geri verilebileceğini düşünse de genişletilerek ilhak edilen Doğu Kudüs’ün bırakılmasını kabul etmiyorlar.
O yıl Ağustos sonunda yapılan Hartum zirvesinde Arap liderlerin kendilerini küçük düşüren İsrail ile anlaşmaya hiç niyeti yoktu. “Müzakere yok, tanıma yok, barış yok” dediler.
İlginç olan 1967’nin Filistin ulusal hareketinin de doğuşunu tetiklemesidir. Daha önce Nasır’ın denetimindeki bir örgütlenme olan Filistin Kurtuluş Örgütü, 1967’den sonra Yaser Arafat ve onun oluşturduğu El Fetih grubunun yönetimine geçti.
1968 yılında El Fetih’in sadece üç ay içinde yaptığı onlarca sınır saldırısı ve vur kaç eyleminden sonra İsrail, Ürdün’deki Kerime mülteci kampındaki El Fetih karargahına bir misilleme saldırısı gerçekleştirdi.
İsrail güçleri burada Filistinli gerillalar ve Ürdün topçusundan beklenmedik bir direniş gördü. Sonunda İsrail Kerime’yi yerle bir etti ama saatlerce savaştıktan ve en az 30 kayıp verdikten sonra.
Bu baskında 100’den fazla El Fetih savaşçısı öldü ve birer ulusal kahraman olarak Filistin tarihine geçtiler. Yaser Arafat Filistin Kurtuluş Örgütü’nün liderliğine geldi ve hem uluslararası bir şahsiyet hem de Filistin ulusal kurtuluş davasının sembolü haline geldi. İsrail ise onu “dünyanın en tehlikeli teröristi” olarak gördü.
Kalıcı miras
1967 savaşı İsrail’i işgalci bir ülke haline getirdi. Savaşın en önemli sonucu da bu oldu. Bu deneyim hem İsrailliler hem de Filistinliler üzerinde yıkıcı bir etki yarattı.
İsrail uluslararası hukuku hiçe sayarak işgal ettiği topraklara yeni Yahudi yerleşimleri inşa etmeyi sürdürüyor. Oysa uluslararası hukuk işgalci ülkelerin ellerinde tuttukları topraklara kendi halkını yerleştirmesini açık bir şekilde yasaklamakta.
1967 savaşının Dışişleri Bakanı Abba Eban, Filistinlilerin, “bayrakları, onurları, gururları ve bağımsızlıklarından” vazgeçmeyeceklerini tahmin etmişti.
Askeri işgal tanımı gereği baskıcı bir şeydir. İşgal, hem işgal edenler hem de işgale direnenler açısından insan hayatının değerini azaltan ve ve insana zulmeden bir kültür yarattı.
1990’ların başlarında 1967 savaşının sonuçlarını geriye çevirmeye yönelik barış görüşmeleri başladı. 1993 yılında ABD Başkanı Bill Clinton’un arabuluculuğunda yapılan görüşmelerde artık başbakan olmuş olan İzak Rabin eski düşmanı Yaser Arafat ile Beyaz Saray’ın çimenlerinde el sıkıştı.
Barış süreci daha baştan her iki taraf için de birçok açmaz içeriyordu. Fakat ellerindeki en iyi seçenek buydu.
Aşırı sağcı İsrailliler ise barış sürecinden çok tedirgin oldular. Tanrı’nın Yahudi halkına bahşettiği toprakların sahibi olma rüyasının son bulacağını düşünüyorlardı. Rabin 1995’te Tel Aviv’de aşırı görüşlü bir Yahudi tarafından öldürüldü. Rabin, İsraillilerin güvenlikleri konusunda tamamen güvenebilecekleri bir isimdi. Barış sürecini anlatabilmesi mümkündü. Bu sebeple de öldürüldü.
1967’de yaşanan o 6 günlük savaş, bölgedeki halkların 50 yıldır hala barış içinde yaşayamaması sonucunu yarattı.
Eğer kapsamlı görüşmeler gerçekleşebilirse, o masada, 1967 savaşında işgal ve kısmen de ilhak edilen toprakların kaderi de olmak zorunda.
Bunların içinde en zorlusu da tartışmasız, dini, kültürel ve ulusal fay hatlarının kesiştiği yer olan kutsal topraklar ve onun kalbindeki Kudüs’ün kaderi olacak.